Bir yeşil, bir beyaz
okuma süresi 3 dakikaKaldırım taşı, üzerinde yürümekten yer yer çökmüş, oluşmuş çukurlara yağmur suyu dolmuştu. Minik kuş havuzları. Gece yağmıştı demek. Suyun içinde yıkanan güvercinlere bakıp, “Doğa boşlukları dolduruyor” dedi. Saatlerdir ağzından çıkan ilk cümle. “Hah” dedim, “Birazcık olsun kendine geliyor.” Yüzüne baktım, Eylül güneşi arkasında kalmıştı, ağlıyor muydu yoksa, seçebilmek için gözlerimi kıstım. Hastanenin bahçesi sanki buraya yürüyüşe, ya da bir banka oturup kitap okumaya gelmişiz, fazla sakin, fazla sükunlu göründü gözüme. Sanki içeride tüplere bağlanmış yatan, bizimle tek iletişimi birtakım makineler üzerinde yanıp sönen ışıklar olan kadın, onun sekiz yıllık karısı, benim birlikte büyüdüğüm ömürlük dostum değilmiş. Birazdan çantamızdan termosu, sandviçleri falan çıkarıp şuracıkta piknik yapacakmışız, İrem üzerinde ona şu çok yakışan kırmızı puantiyeli elbisesi, bir Audrey Hepburn, etekleri uçuşa uçuşa sekerek yanımıza gelip, “Yine geç kaldım di’mi?” deyiverecek…
Elimi dizine koydum. “Kalk” dedim, “Gidip bir öğlen rakısı içelim. İnsanlıktan çıktık günlerdir. Biraz havamız değişsin.” Bir saniye ayrılsa oradan, o binadan, o bahçeden, o banktan ölüverecek gibi baktı yüzüme. Ağzını açtı, tam bir şey diyecek, aldığı nefesi verip sustu. Sarıldım. Kolları pelte. Karşılık vermeye çalıştı, ama yok, yapamadı. Ben sarıldım, onun kolları sırtımdan kayıp iki yana düştü. Kavak ağaçlarını gördüm omzunun üzerinden. Kaç gündür gelip gidiyorum hastaneye. Nasıl ıskalamışım. Nasıl severim kavakları oysa. Çocukluk demek kavaklar benim için, en çok ondan. Başka şey hatırlatmaz bana. İrem’le daha şu kadarız, yaşımız aklımda değil, koşturup duruyoruz onlarla bizim evin arasındaki boş arsada. Dünyamız orası, şehrin yutmadığı bir çocukluk ülkesi. Ülkenin bir ucunda bir duvar, önünde kavaklar dizili, dünyamızın sınırı orası. Annem tembih ediyor, “Geçmeyin duvarın beri yanına, gözümün önünde olun!” Kafamızı kaldırıyoruz tam ağaçların altında. Bir tarafı yeşil, bir tarafı beyaz yaprakların. Rüzgarlıysa hava, yapraklar dönüp duruyor, bir yeşil bir beyaz oluyor ağaç, nasıl hoşumuza gidiyor o minicik oyunu doğanın. Çocuk kalplerimiz ağzımızda heyecandan. Kulağımızda hışır hışır yapraklar, çimenler uzamış, bacaklarımızı gıdıklıyor. İrem sonra, koluna konan uçuç böceğini gösteriyor, dilek dileyip birlikte üflüyoruz uçsun diye. İlk yazda karlar yağdırıyor tepemize kavaklar. Peşine kiraz basıyor dalları… Demiş ya Nazım Piraye’sine bir mektubunda: “pamukladı mıydı kavaklar, kiraz gelir ardından…” Ah İrem, bunca erken veda etmen çok ayıp oluyor, çok!
Elini omzuma koydu, bir yaşam belirtisi, iyi geldi, “Madem öyle, kalk, şu İrem’in çok sevdiği meyhaneye gidelim Kuzguncuk’taki. İki tek atalım deniz kenarında, önümüz kış, bulamayız böyle güzel havaları bir daha” dedi. Ayaklandık. Kavakların oradan geçiyoruz tam, kafamı kaldırdım, bir tatlı esti ki, ağaçlar bir yeşil bir beyaz.” Bak İrem” dedim içimden, “Aç gözünü. Bak. Kavaklar yapraklarını dökmeden, kış gelmeden, son bir kez bak. Bir yeşil, bir beyaz.”