Babalar ve oğulları

okuma süresi 5 dakika
Siz siz olun şu sıra baba deyince bir kendi babanızı anlayın. Bir de Ahmet Rasim’in Baba Yaver’ini, ne bileyim babagannuş’u, babayani’yi filan... Gerisini boş verin. Şerefe.

Bu babalar konusuna hiç girmeyecektim. Her şey iki güzel kardeşimin, iki meyhane arkadaşımın Tan Morgül ve Murat Meriç’in yüzünden oldu.

İşin ciddi kısmını Tan yaptı. Sosyal medyada şöyle bir mesaj paylaştı: “Arada, size ‘milyon taşımalı telefon konuşması’ yapacak bir ortam vermeyen, alın teriyle kazandıklarını sizin yaşamınıza vakfeden onurlu babalarınıza teşekkürü sakın ha ihmal etmeyin!”

İşin daha ciddi kısmını da yıllardır Murat yapar. En çakma baba Demirel’e giydirmek kolaydır. Murat laf çakmaz. Olanı biteni anlatır, iki de seçim şarkısı dinletir. Siyasetimizin, bütün kurum ve kuruluşlarımızın berbatlığında en büyük pay sahiplerinden Demirel ve memleketimizin kırk katır / kırk satır seçimleri oluverir mizah.

Ters köşeden başlayacağım
Müslüm, babadır. Orhan, abidir. Ferdi, bizim mahalleden Ferdi’dir. İbrahim Tatlıses’te laubalilik tavan yapar: İbo’dur artık.

Bu sıraya göre Baba’nın sırça köşkü, İbo’nun da şamaroğlanı olması beklenir. Hiç alakası yok. En kibirlisi, sana bana çilingire en uzağı ve sırça köşk sahibi İbo iken; en senden benden bizden olanı Müslüm’dür. Müslüm’e baba denmesinin çok sebebi vardır. Bence hepsinden çok buralarda kendine yakın babaya duyulan yoğun ihtiyaçtan dolayı bu kadar “en bir baba”dır.

Baba hep uzak, çok uzak olan, ölünce özlenendir çünkü. Oralarda, ulaşılamayan bir yerlerde söz dinletmeye çalışan, yarı zavallı belki biraz vandal, hep biraz sert, her durumda uzak bir şeydir.
Ama bu kasetlerdeki çocuklar Tan’ın seslendiği çocuklardan çok farklı tabii. Ner’de öyle hem Gezi gazı koklamış hem de gel deyince gelecek göm deyince gömecek çocuk.

Muktedir babaların çocuklarına hep üzülmüşümdür.

Patron babalar
Bir de Hulusi Kentmen’den Don Corleone’ye giden patron babalar vardır. İster salak olsun ister karizmatik, “babacan patron” imgesi hikâyedir tabii. En fazla mahallenin delisine berberin çırağına filan üstüne vazife olmayan paralar vererek kendisini iyi hisseder. Önce dünyada kişi başına düşen en fazla çöpü üretip sonra naylonları camları ayırınca kendini iyi hisseden Batı orta sınıf mensubu gibi.

Bilgiçlik
Babaları kötüden iyiye (Süleyman Demirel’den Mahmut Hoca’ya) dizersek de bir şeyin hiç değişmediğini görürüz: Bilgiçlik!

Baba olmaktan sebep tek bir özel bilgi bile yoktur. Ama var sanırlar. Önce anneleri, sonra karıları bakmıştır. Askerde ve dullukta cascavlak kalışlarından bellidir bu. Hatta Russel’a göre erkekler eski zamanlarda uzun bir süre o çocukları kadınların kendi başlarına yaptığını sanmıştır.

Ne zaman ki kendi paylarını öğrenirler, boyları uzar. Çocuğu kendi devamı sanır. Bir çeşit ölümsüzlük olayı. Pek çok dilde Tanrı da babadır ya, o hesap. Bu, egemenlik çabalarını arttıran motivasyon olur. Muhtemelen bu yüzden kadın üzerine daha çok baskı kurmaya, onu sınırlamaya başlamıştır erkek. Meşruiyetinin yegane temeli olan kaslarına güvenerek. Bu mendebur düzenin sahibinin erkek olmasında bu zayıflığın payı büyüktür.

Meyhanede babalar
Maalesef rakının hala erkek ağırlıklı olması hasebiyle olay genellikle baba oğul arasında nükseder.

Meyhanelerin yoğun olduğu bölgelerde tuhaf seyyar satıcılar olur. Böyle burnuna vızıldayan bir şey takmalar, takla atan kurmalı bebeklerle gezmeler filan. Ben bunu uzun yıllar anlamadım. Sonra kadim meyhane arkadaşım Hamdi Can Tuncer anlattı güzelce. Meğer bu oyuncakların hedef kitlesi babaların vicdanlarıymış. Meyhanede fazla oturan ehlikeyfe bir noktadan sonra “çocuğu ihmal ettim be” üzüntüsü basarmış. Tam orada devreye giren oyuncakçı üç otuza eve hediye götürmeye yararmış.

Hamdi’nin rahmetli ve sevgili babası da alırmış o oyuncaklardan. Ve günü geldiğinde Hamdi’yi de tutup Beyoğlu’nun meşhur meyhanesi Merih Restoran’a götürmüş. Beni de Merih’e ilk Hamdi götürdü bu arada.

Demirel’den bile beter bir baba varsa sarhoş bir babadır tabii. Bunu anmadan geçmeyelim.

Rakı eğitimi
“Babam yakışıklı bir İstanbul beyefendisiydi. 18 yaşıma gelince bana bir çakmak hediye etti. Yani ruhsat verdi. ‘Artık sigara içebilirsin’ demekti bu. Aynı yıl beni yakın arkadaşı Salih Tozan’a rakı içme kursuna yolladı. Salih Tozan Türk sinemasında yüzden fazla filmde rol almış çok kıymetli bir ağabeyimizdi. Çok kibar bir adamdı. Ama aynı zamanda sıkı akşamcıydı. Mektup adresi şöyleydi: ‘Çiçek Pasajı, bilmem ne meyhanesi, bilmem kaç numaralı masa, sağ köşedeki sandalye.’ Kursun ilk günü Salih Amca beni Degüstasyon’a getirdi. Degüstasyon o zaman Çiçek Pasajı’nın girişinde sağda. Salih Ağabey rakıları doldurdu. Cebinden Şimendifer marka cep saatini çıkardı. ‘Efendim kızlar pencereden baktılar, birer tane çaktılar, hadi mirim’ dedi. Bir leblebi kendi önüne bir leblebi benim önüme koydu. Kadehini kaldırdı. Birer yudum aldık. Ben önümdeki bir leblebiyi ağzıma attım. Anında elime bir şaplak yedim. Bir leblebiyle dört yudum rakı içeceksin dedi. Salih Amca ve onun gibiler yoksulluktan bir leblebiyi dörde bölüyorlardı. Hepsi o yüzden genç yaşta öldüler.”

Mustafa Alabora Sibel Arna’ya anlatmış bunları. 3/9/2005 tarihli Hürriyet’te. Biz böyle babalar ve oğullarını severiz.

Siz siz olun şu sıra baba deyince bir kendi babanızı anlayın. Bir de Ahmet Rasim’in Baba Yaver’ini, ne bileyim babagannuş’u, babayani’yi filan… Gerisini boş verin. Şerefe.

Not: Bu vesileyle bir de kitap önereyim: Babalar ve Oğulları / Paradigma Yayıncılık. Kitapta, 33 meşhurun babasıyla ilgili yazdıkları var. Eray Canberk, İhsan Oktay Anar gibi ustaların yanında Yağmur Atsız, Ali Nesin gibi babası çok enteresan oğullar da var. Engin Öncüoğlu’nun yazısı beni çok etkiledi. Pek çok yazıda da oğulların babalarını anlatmayı pek beceremediklerini düşündüm.

About The Author

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.