Bazı şeyleri yanlış anlamak
okuma süresi 3 dakika“Başlıktan devam: Kötü bir şeydir.
İmleyenin imlediğinden alakasız bir yere gidip konuyu ‘istemeden’ çarpıtmaktır. İsteyerek çarpıtana lafımız yok. Ama istemeden yapılan imleyene haksızlık yapmak, imlene kayıtsız kalmaktır. En olmayacak yerde büyük bir ıska geçip herhangi bir spor müsabakasını kaybetmektir. Benzetme dolayısıyla tercihen toplu bir spor müsabakasını tabii.”
İstanbul Film Festivali bilet telaşı başladığı sırada aklımdan tam olarak bunlar geçiyordu. Twitter’da şu filmin bileti bitti, bu filme ek seans açıldı, sözlüklerde bu film iyidir, şu film şahanedir bilgi akışı devam ederken, benim bir gözüm festivalin afişi üzerindeydi.
Paratextual kavra alet çantasını ciddi olarak sahiplenen biri olarak, bir şeyi tamamlayan, paketleyen, çekip çevreleyen unsurların tamamına büyük önem veriyorum. Yani bir film benim için bir salonda perdeye yansıtılan inanılmaz bir ışık oyunu olmaktan ziyade, kimyasal, fiziksel, işitsel, düşünsel bir sürecin toplu ürünü oluyor. Afiş de, tagline da, senaryo da, trailer da… kısacası filmin üzerine uzandığı ve onlar sayesinde dengede kaldığı her şey benim için filme dair. Onlar varken her şey tamam, onlar yoksa bir şey eksik. Neyim varsa götürsünler benden, paylaşmaya hazırım ehm.
Ne diyordum? Afişler. Biz bu işi bir türlü beceremedik arkadaşlar. Oturup kendi aramızda münakaşa edelim. Tartışalım, hatta birbirimize kızalım ama ne kitap kapaklarımız kapak, ne festival afişlerimiz afiş, ne posterlerimiz poster.
Şimdi her şey bozuldu, nerede o eski festivaller demeyi sevenlerden olmadığım halde geçmişe dönüp baktığımda da durumun farklı olmadığını görüyorum. Görmeye mecbur bırakılıyorum. Biraz değişiklik arıyorum. Yok. Hep aynı. Bir sıkıntı var.
Bülent Erkmen’in bu yılki festival afişinin yapılışını anlattığı videoyu izlerken bu yazıyı yazacağımı anlamıştım. Erkmen’in Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Dergah baskısına yaptığı kapağı ve Nabokov külliyatında ortaya koyduğukonsept algısına bayılıyorum. Ama festival afişinin olmamışlığı karşısında tüylerim ürperiyor.
Ceylan’ın bana göre sanatsaldan çok kişisel fotoğrafçılık anlayışının ürüni bir işin, alınıp festival afişi haline getirilmesi pek içime sinmiyor. Ceylan’ın el yazısı ile kurulmaya çalışılan bağlam da bana bir şey ifade etmiyor. Evet, bir çaba var. Dünya çapında bir sinemacımızın bu yılki festival afişinde kendi çektiği fotoğrafı, kendi el yazısı ve belki Erkmen üzerinden “baba” odaklı örtük bir ilişki ile yer alması kimilerine çok da garip gelmeyebilir. Fakat bana geliyor. Tipografinin “dikliği” bana batıyor. Ters-düz bilingual yapı canımı sıkıyor.
Sakinleşmek için bir bahane, bir sebep arıyorum. Sonra klasik olarak geçmişe dönüyorum. 1986 yılında vizyona giren ve pek tabii bizim sinema salonlarına kim bilir ne zaman ulaşan Blue Velvet’ın, orijinali de pek matah olmayan afişine odaklanıyorum. İç çamaşırlarının bir kısmıyla bir kadın, karanlık bir zemin üzerinde duruyor. Sol üstte filmin orijinal adı. Hemen altında kısmen diyagonal biçimde Türkçesi, kırmızı olarak yer alıyor. Fontları farklı. El yazısıyla yüzü asık ciddi bir font bir arada. Oyuncular ve yönetmen de sola yakın olarak alt alta, kafaya göre dizilmiş. Yönetmenin adının soluna ‘yönetmen’ ibaresi eklenmiş.
Bunun adı olmamışlık. Aradan 27 yıldan fazla zaman geçmiş. Ben hala bir şeyleri yanlış anladığımızı düşünüyorum. Konsept yaratmak, tasarı ortaya koymak konusunda babadan oğula geçen “ayb-ı zati”mizin en büyük nedeni, sanırım acelecilik ve en en en önemlisi kendimizi hiç eleştirmememizden kaynaklanıyor.
Ödül almak kimseyi usta yapmıyor, yıllarca aynı şeyle durmadan aynı noktada sayarak uğraşmak da öyle.
Tüm sinefillere festival boyunca iyi seyirler dilerim.