Cemal Süreya’nın günlüğünde Edip Cansever
okuma süresi 4 dakika543. GÜN
TV’de, sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, hayat serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.
544. GÜN
Sabah altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu. Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm.
1 Haziran 1986
560. GÜN
Ben atımı böyle dört sürüyorum ya,
Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?
561. GÜN
(…) Edip’i anlatacaktım… Günler var ki bir şey yazamadım. Yazmak bir tat, bir tutku olmaktan çıktı benim için. Bilmem yetişmek için mi kaçmak için mi? Edip’in ölümü gerçekten sarstı beni.
Başka bir ilişki vardı aramızda. Keçiyolları telefon kokardı. Öyle çok ahbaplık etmezdik ama sürekli düşünürdük birbirimizi. Onun bana her zaman hakkımdan fazlasını vermeye alışmış olması, bende onun hakkı konusunda yersiz de sayılabilen bir titizlik mi yartatıyordu?
Edip öldü ve ben, dün, kaç zaman sonra, Kadıköy Açıkçarsısı’nın gondol (gemi satıyor biri) bedestenindeydim. Oranın, yani geminin bitişiğinde, olağanüstü bir şey oldu: adamın biri yere iki kapağını açarak koyduğu bir James Bond çantasının içinde üç tane tesbih, iki de şey, iki tomarda, eski milli piyango bileti satıyordu. Uçmasınlar diye üzerlerine lastik bağ geçirilmişti. Aldım elime, tarihlerine baktım. Eski biletler bir şey çıkmamış, ya da çıksa da zamanı geçmiş biletler. ‘Kim alabilir, kimler alır bunları?’ diye düşündüm. Bir şey geldi aklıma. Yalnız şu imge: Adam yarın ölecek ve yarın öleceğini bilmiyor…
İmge, beni, satıcıyı, Edip’i, tanıdığımız bir sürü ortak kişiyi kapsayacak biçimde genişledi; bir geceye, bir dostlar sofrasına, bir veda bildirisine, bir dergi yazısına dönüştü.
Yetenekli ve salt duygu Beyhan; (Türk)uvaz çatılı saray: Cary; sonsuz ve güzel Manş Denizi’ni yüzerek geçecek kadar güçlü sporcu Alev…
Edip’i tanıdıktan kısa bir süre sonra, 6/7 Eylül olayları çıkmıştı. O akşam, Edip, evine(alnına defne dalı koyacağım düşündüğüm Mefharet’in yanına) gitmişti; ben, olayları bütünüyle izledim, sabaha kadar. Yapacak başka işim yoktu zaten…
İlk tanıştığımız gün arkadaşlığımızın renklerini de, baştan sona, olduğu gibi götürecek bir çerçeve oluşmuştu: Orhan Kemal, Hüsamettin Bozok, Agop Arad, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Cemal Süreya… İlk günkü dostluk, sonuna dek…
Edip’in çerçeveleri içinde bir başka çerçevedir bu (Arap Talât’ı eklemek şartıyla)… Onun daha çok Fatih’te oturduğu zamanla ilgilidir.
Sonra Bomonti’ye gitti, sonra Bebek’e. Çevresi iyice genişledi. Orhan Kemal ve Buyrukçu ile ilişkilerinin gevşemesinde bunun da payı olacak. 1959-1964 yılları arasında İstanbul dışındaydım: Askerlik, Ankara, Paris. Döndüğümde Edip’i o yeni konumu içinde buldum. 60’lı yıllarda Orhan Kemal ve Muzaffer’in yanında Edip’i hiç görmedim.
Fatih’teyken T.S Eliot’un Türkçe çevirilerini didikler, Kafka’yı beklerdi.
Bir fuayede bir tuzluk sevmişti: ‘Avusturyalı bir tuzluk.’
Bir sobanın borusu eğri duruyorsa, onu severdi; kendisinin de öyle bir sobası olmadığı (olamayacağı) için hayıflanırdı.
Camsever!
Saat dört dedi mi, masanın örtüsü üstünde bir ‘beyazlık’ olsun ister. Uçucu bir şey vardı kadehinde, bir gaz. Yudumladığını göremezdin.
O canlı, o ilk Edip’le, bütün hesaplarını vermiş eski bir uygarlık gibi gözlerini aralayan son Edip arasında bir ayrım var mı diye düşündüm. Yok bir ayrım.
Her şeye karşın, alaturkayı elden çıkarmayan bir adamdı.
Uzletgâhım ordan oraya taşıyan derviş.
İşte bu piyango biletleri, bütün bunlar…