Nâzım, Piraye, Vera, Münevver ve mektuplar

okuma süresi 5 dakika
Ben mektupların da tıpkı insanlar gibi “yazanın” iradesinden bağımsız kaderleri olduğuna inanırım. Kâinatın boşluğunda bir süre sahipsiz uçurtmalar misali kaybolmuş gibi yaparlar ama yıllar sonra hınzır bir çocuk, belki kıskanç, hırslı bir kadın, meraklı bir araştırmacı ya da vefakâr bir yayıncı tarafından gün ışığına çıkarılıp özgürlüklerine kavuşurlar mutlaka.

Ben mektupların da tıpkı insanlar gibi “yazanın” iradesinden bağımsız kaderleri olduğuna inanırım. Kâinatın boşluğunda bir süre sahipsiz uçurtmalar misali kaybolmuş gibi yaparlar ama yıllar sonra hınzır bir çocuk, belki kıskanç, hırslı bir kadın, meraklı bir araştırmacı ya da vefakâr bir yayıncı tarafından gün ışığına çıkarılıp özgürlüklerine kavuşurlar mutlaka.

Sonra büsbütün kimsesiz olanlar vardır. Yazılıp gönderilmeye cesaret edilemedikleri için bir köşede ümitsiz, yorgun bir kedi gibi okşanmayı bekleyenler. Ketum bir sevgilinin suskunluğunda pineklerken hayatı ıskalayanlar… Sonsuz bir yalnızlığın acısını hayatta bir kez bulunacak benzersiz bir sevdaya tercih eden kekeme adamın ağırlığıyla kamburlaşan mektuplar vardır. Yaşarken başkalarını kırmamak adına taammüden saklananlar, “erkek yazar” olmanın rahatlığından payını alamamış kadınların nakış misali örüp sakladıkları zarif mektuplar da vardır elbet… Onlar kitapların arasında, bavullarda, rutubetli sandıklarda, gizli çekmecelerde, bazen eskiciye verilen bir paltonun cebinde, dingin ama huzursuz bir mutluluk avuntusuyla oyalanıp dururlar. Ben insanın karanlık yanını merak eden yazarlar gibi onların gölgede kalan müphem talihleriyle dost olmak isterim. Orada daha evvel görmediğimiz yanık izleri de saklıdır çünkü. Öyle mektupların henüz harabeye dönmemiş hayallerin kuytusunda tembellik yapmalarını severim. Kâğıtlara sinen mırıltılarda, coşkulu bir nehir gibi çağlayan duyguların, uçması yasak kuşların kederli ötüşünü, bitmeye mahkûm bir aşkın çıtırtılarını işitirim.

Nâzım Hikmet’in ancak “kelimelerle” birlikte olabildiği Piraye’ye yazdığı yüzlerce mektubu karıştırırken buna benzer düşünceler akıp gidiyordu zihnimden. Hayır, onlar, gizemli, genellikle romantik, kırılgan, ağdalı, önceden tasarlanmış bir edebiyatın tınısını yansıtan mektuplar değil. Tam tersine gündelik hayatın sıkıntılarını, parasızlığı, çocukların eğitimine dair tavsiyeleri, hapishanede çürüyen bir hayatın buruk izlerini, edebiyata, kendi şiirine, yakın dostu Kemal Tahir’in romanlarına dair tespitlerini içeriyor. Yine de benim için en çarpıcı yanı, her seferinde “Karıcığım” diye başlayan mektuplarda bir erkeğin kendisini kelimelerle, öfkesiyle iyileştiren kadına tutunuşundaki çaresiz sevgiyi kutsayışı oldu.

Oğulları Memet Fuat kitabın başında, annesi Piraye Hanım’ın, “Ben öldükten sonra ne isterseniz yapın, yaşarken olmaz” dediğini hatırlatıyor. O bu ricaya sadık kalmış, annesi de çoğu tarihsiz olan beş yüz mektubu oğluna kolaylık olsun diye yıllara göre ayırıp iplerle bağlamış. İşte o sonsuz “hayat ağacı”, Nâzım’ın 1993’ten 1950’ye kadar, on yedi yıl boyunca, muhtelif cezaevlerinden yazdığı mektuplarla yeşermiş, büyümüş, köklerini çok derinlere salmış. Piraye, onları kocasının cezaevinde yonttuğu ceviz ağacından tahta bir bavulda saklamış.

Acaba bu mektuplar bavuldakilerden mi ibaretti yoksa hâlâ bir yerlerde avarelik yapanlar var mı? Peki, Nâzım o dönemde başka kimlere, hangi dostlarına, kadınlara mektup yazmıştı? Bu sorunun cevabını onun filmlere de konu olan hayatını izleyen herkes az çok tahmin edebilir. Bu mektuplar arasında gülümseyerek, ümitlenerek, çoğu zaman burkularak, dedektifliğe heves eden bir okur olarak sekerken Piraye’nin Nâzım’a yazdığı mektupları da merak ettim. 1940’ta Çankırı Cezaevi’nden yazdığı mektupta sonradan sık sık yapacağı gibi karısının edebiyata, sanata yatkınlığını teslim ediyordu: “Mektubunu hayretle okudum. Sende eskiden beri yazmak kabiliyetinin varlığını bilirdim. Fakat bu bana gönderdiğin mektubu yazabilmek için bütün yazıcılık mazimin yarısını verebilirim.”

Bu ve benzeri itirafları okurken doğrusu şairin samimiyetinden hiç şüphe etmedim. Yıllar boyu duvarların, davaların arasına sıkışmış bir adamın başka çaresi var mıydı zaten, diye düşünmedim. “Biz birbirimizi ne güzel, ne derin, ne kadar bahtiyar, ne kadar bedbaht, ne kadar umutlu seviyoruz. Yepyeni ve çok güzel bir dünyanın insanları gibi sevişmesini bildiğimiz kadar, bugünkü bedbaht dünyanın insanları gibi sevişmesini de biliyoruz” dediğinde onun ışıldayan, şeffaf yüreğini gördüm. Nâzım, belli ki en başından beri Piraye’nin kendisini tamamlayan ruhuna inanmış. Bu hususta, “Günün birinde iyi bir şair olursam senin yüzünden olacağım” diye bir cümle yazacak kadar net!

Peki, her gün o mektupları yazan yorgun şairi “Canım Karıcığım, ömrüm seni sevmekle nihayet bulacak” şarkısını terennüm ederken mahpusta, “Piraye’m, kızıl saçlı bacım, erkeklik ve dişilik münasebetimizin bitmesiyle açılan yara kapanacak” çizgisine sıçratan ümitsizliğin sebebi neydi?

Aramaya lüzum yok, tabii ki tekinsizliğiyle şaşırtan hayatın ta kendisi! Ama ben yine de Piraye’nin, bir ara âşık oldum zannettiği Münevver Hanım’ın mektuplarını da okumak isterdim. Çünkü geriye daha çok harflerin tılsımıyla yıkanmış o “saflık” hatta en çok o hakikate sadık duyguların derin izleri kalıyor. Gerisi geçici olmaya mahkûm aşkların şair kalpteki yoğun tezahürü.

Nâzım’ın son karısı Vera Tulyakova Ran, anılarında Nâzım’ın dostlarıyla konuşmalarından bölümler aktarır. Bu itiraf elbette öncekilerin değerini azaltmaz. Sadece paylaşmak istedim: “Sırılsıklam âşık oldum ben… Biliyorsunuz hapiste fazlaca kalmış bir adamım. On yedi yıl boyunca bir kadın imgesi canlandırdım. Böyle avutabiliyordum gönlümü, insan başka ne yapabilir? Durmaksızın hayaller kuruyor ve hep bir kadının görüntüsünü canlandırıyordum ve işte birdenbire karşım açıktı bu kadın. Ve böylesine gecikmiş olarak.”

(Piraye’ye Mektuplar, Nâzım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları)

http://aesrayalazan.wordpress.com/

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.