Plaza hayatı, elitist kültür ve meyhane

okuma süresi 6 dakika
Dünyanın herkese "başka" döndüğünü söyleyen bir Koray Dokuman hikâyesi. Plazaların "kahveli" toplantılarından, Balaban Meyhanesi'nin Müzeyyen Senar'ına...

Sakin bir Pazar akşamının gelen arkadaş telefonuyla hareketlenmesi olağandır. Ancak bu sefer biraz fazla hareketlenmişti sanki. Salaş mekân merakımız bizi Cankurtaran kayalıklarında şarapçılarla içmeye götürmüştü. Başlangıçta her şey normaldi. Sohbet ederken yanımıza gelip “Abi bir liran var mı?” diye soranların dışında keyfimize diyecek yoktu. Dondurucu soğuk, birkaç biradan sonra etkisini yitirmişti. Bir ara yanımıza çalgıcılar geldi. “Afiyet olsun beyler, var mı bir isteğiniz?” dediler. Bir iki şarkı çaldırdık. Kafalar da güzelleşmeye başlayınca iyice havaya girmiştik. Hiç talep etmediğimiz halde bize hayat hikâyelerini anlattılar. Aslında iyi de oldu. Dinlemeye değmeyecek bir hayat yoktu bana göre. Sonra yoldan geçmekte olan başka çalgıcılar bizimkilere şaka yollu sataştılar. Şakanın dozu artarak tartışmaya, tartışma da kavgaya dönüştü. Ayırmaya çalışırken arkadaşımın saati kırıldı. Sevgilisi geçen hafta doğum günü hediyesi olarak almıştı. İçlerinden biri bıçak çekti. Olay git gide büyüyordu. Yaşanan arbedeyi etraftan görenler şikâyet etmiş olacaklar ki polis geldi. Bizi de şahit olarak karakola götürdüler. Olan biteni anlattık. Sorgu sual uzun sürdü. İkişer bira içip kalkarız derken sabahı bulmuştuk. Arkadaşıma “Saat kaç oldu?” diye sordum. Kırılan saatini hatırladı. “Ulan ben ne diyeceğim şimdi kıza?” diye söylenip duruyordu. Sabah ezanı okunurken polis otosu bizi Arap Camii’nin oraya bıraktı. Arkadaşım taksiye binip evine gitti. Ben Karaköy’den Eminönü’ne yürüyecektim.

Üçüncü sınıf lokantaların yemek buharından buğulanmış camlarının ardında ucuza karın doyurma mecburiyetini usulen benimsemiş insanlar vardı Karaköy’de. Tercihleri olmayan, kendileri için uygun görülene razı olan insanlar. Hırdavatçıların oradan köprüye doğru yürürken gördüklerimden bazılarıydı. Kış mevsimi elleri cebinde, paltolarının içine saklanmaya çalışan herkes gibiydiler. Belki de daha neşeliydiler. Sabah çorbasını içmiş bir işçinin huzuru pek az şeyde vardır. Sabahın körüydü ama caddeler kalabalıklaşmaya başlamıştı bile. Hadi dedim, ben geceden beri buradayım da bu kadar insan niye bu saatte yollara dökülmüş? Hayret! Onlara baktıkça, dün gece evlerine gidip yemek yediklerini, sonra uyuduklarını, sabah da kalkıp buraya geldiklerini düşündüm. Oysa ben dün geceden beri dışarıdaydım ve işe gitmeme bir saat vardı. Çok uykusuzdum. Aklımdan izin almayı geçirecek gibi oldum bir ara. Fakat toplantı olduğunu hatırladım. Şirketlerin kendi kendilerini şirket olduklarına ikna etmek için her hafta düzenledikleri toplantılardan bir yenisiydi. Hiçbir şeyin çözüme kavuşması için değildi, şirket olmanın gereğiydi adeta! Hem dün gece yaşadıklarımdan, hem içtiğim biralardan, hem de soğuktan öyle yorgundum ki. Gönül isterdi otobüse binip eve gideyim. Fakat ne yazık ki gün daha yeni başlıyordu ve eve gitmeme daha çok vardı. Bir süre toplantıda ne anlatayım diye düşündüm otobüste. Sonra s.ktir et dedim, buluruz anlatacak bir şeyler. Şirketin yakınındaki bakkaldan beyaz peynirli, salçalı tost yaptırayım da.

On dakikalık gecikmeyle şirketteydim. Bilgisayarımı açtım, çay almak için mutfağa gittim. Şirket çalışanlarından iki kadın sohbet ediyorlardı.

– Nasıl geçti hafta sonu?
– (Dudaklarını büzüştürerek) Sorma ya çok moralim bozuk!
– Hayırdır ne oldu?
– Ya Kartalkaya’ya gittik hiç kayamadan döndük kar yoktu.
– Hadi ya, benim de başıma gelmişti bir kere çok tatsız bir durum.
– Ay evet yaa, hafta sonumuz zehir oldu. Ee sen ne yaptın bakalım?
– Ne yapayım şekerim cumartesi akşam kuzenlerle takıldık, dün de spa’ya gittim.
– İyi miydi bari?
– Eh işte idare eder. Kötünün iyisi.

Çayımı alıp çıkana kadar duyduklarımdı bunlar. Biraz daha kalsaydım bu bedbaht, mutsuz insanların hayatlarının gerçekten çok zor olduğuna kanaat getirip onlar için üzülebilirdim. Benim hafta sonu ne yaptığıma sıra gelmeden yerime geçeyim dedim. “Cankurtaran sahilinde kayalıklarda bira içtim” cümlesi soruyu soran kişide hayal kırıklığı yaratabilirdi zira. Masama döndüğümde başka iki kadın alışveriş deneyimlerini anlatıyorlardı birbirlerine. Biri diğerine, kullandığı el kreminden ikram ederken yurt dışına her çıkışında bundan birkaç tane aldığını söylüyordu. Derken müdürlerden biri “Arkadaşlar hadi toplantıya” dedi. Beyaz peynirli, salçalı tostumdan henüz bir ısırık almıştım. Döndüğümde kayış gibi olacağını düşünerek birkaç kere daha ısırdım. Ne kadar yiyebilirsem o kadar iyi diye düşünüyordum. Sonuçta toplantı odasının önünde duran ve şişkin yanaklarının normale dönmesi için ağzındaki lokmayı bitirmeye çalışan birine dönüşmek kaçınılmazdı elbette. Odaya girdiğimde Starbucks’ın karton bardaklarının da toplantıya grup halinde katıldıklarını gördüm. İnsan sayısının yarısı kadardılar. Hepsinin üzerlerinde isimleri yazılıydı. Okan Bey, Nuray Hanım, Seda Hanım, İlker Bey. Onlara sandalye tahsis edilmemiş, masanın üzeri uygun görülmüştü. Toplantıda herhangi bir fikir beyan etmediler.

Ofis ortamlarının elitist ve burjuvazi atmosferi bana hep komik gelmiştir. Yapmacık, basmakalıp, fabrikasyon ilişkilerin ve davranış modellerinin adeta kural haline getirilmiş olmasındandır zahir. Aslında Anadolu’da gelenekçi bir çevrede yetişip de ofis ortamına girdiğinde bu düzene ayak uydurmakta hiç zorlanmayan insanlar da gördüm. Ben bir türlü sevemedim bu ritüeli. Hep komik geldi bana. Kendimi Sezercik gibi hissettirdi bana ofisler. Şoför babasıyla fakir mahallede yaşayan, top oynayan, cam kıran, sokakta gazete satan, kavga eden, ayakkabı boyacısı arkadaşı olan, hayatı erken yaşta göğüsleyen haylaz Sezercik. Yıllar önce babasıyla boşanmış olduğundan yüzünü hiç görmediği ve bir hayli zengin olan annesinin bir gün otomobille mahalleye gelmesiyle kendini bambaşka bir hayatın içinde bulan Sezercik. Bahçeli bir köşk, dadılar, hizmetkârlar, aşçılar, türlü oyuncaklar, leziz yemekler ve etrafında kendisini mutlu etmeye çalışan insanlara ve bu imkânlara rağmen alışkanlıklarından vazgeçemeyen çocuk. Arkadaşlarını, mahallesini, manav amcasını, balıkçı amcasını daha samimi bulan, küçük dünyasını ve içindeki insanları özleyen, oyuncakları ve bu yeni yaşam formunu elinin tersiyle iten Sezercik. Kendimi onun gibi hissediyordum.

Neyse ki toplantı fazla uzamadan bitti. Akşam çıkışta Balaban Meyhanesi’ne uğradım. Hızlıca göz gezdirerek içtima aldım, herkes tamamdı. Akbaba uzun taburesine tünemiş altılı çalışıyordu. Tek rakımı ve peynir-söğüş tabağımı söyledim. Meyhane sahibi Vedat abi, “Çok taze arnavut ciğerim var vereyim mi?” dedi. “Olur abi” dedim. Derken Tombalacı İsmail girdi içeri. Hasta Fenerli. “Naber İsmail?” dedim. “Ne olsun moralim bozuk” dedi ellerini iki yana açarak. “Hayırdır?” dedim. “Ali Güneş sakatlanmış” dedi. Güldüm. O da güldü. Televizyondaki haber, “Yoğun kar yağışı turizmcileri sevindirdi, Kartalkaya’da kar kalınlığı yirmi dört santimetreye ulaştı” diyordu. Bu hafta sonu şirket çalışanlarının çoğu mutlu olacak diye düşündüm. O esnada kulaklarım, derinden gelen fakat en gürültülü ortamda bile ayırt edebileceğim o sese dikkat kesiliyordu; Müzeyyen Senar söylüyordu; “Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır / Yalnız senin aşkın ile ruhum solacaktır / Son darbe-i kalbim yine ismin olacaktır / Yalnız senin aşkın ile ruhum solacaktır.” İsmail bana, “Daum’un yerinde sen olsan kimi oynatırdın?” diye soruyordu. Dünya, herkese başka dönüyordu…

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.