Sinemaya Gitmek İsteyen Çiftlere Dürüst Öneriler I

okuma süresi 3 dakika
Hafta sonu kumpir yemek için tuzlu su kenarlarına göçmeyen azınlıkların da kendilerine has dertleri var. Bu mühim tespiti bugün denk geldiğim bir çiftin çaresiz diyaloğundan kopartıp aldım.

Hafta sonu kumpir yemek için tuzlu su kenarlarına göçmeyen azınlıkların da kendilerine has dertleri var. Bu mühim tespiti bugün denk geldiğim bir çiftin çaresiz diyaloğundan kopartıp aldım. Bir kız, yanındaki adamla birlikte kaldırımlardan taşan insan dalgasında minik bir zerre oluşturarak karşı istikametten üzerime doğru büyük bir debiyle geliyordu. Bir an yan yana geldik, o da mecburiyetten. Fizik kuralları asla kendilerinden taviz vermiyor… Ve kız adama dedi ki “Sinemaya mı gitsek?”

“Bu cümlede ne var ki şimdi, gerildin gerildin tespite doğru koşuyorsun?” diye soranlarınız kesin vardır. Şöyle açıklayayım; öncelikle ben genelde sinemaya değil, bir filme doğru gitmeyi tercih edenlerdenim. Demek ki insanlara film önermek lazım, lazım ki koltuklarla dolu boş bir salona değil, perdede birkaç saat boyunca saniye başına 24 hareket sergileyecek karelere gitmeleri gerektiğini anlasınlar. O nedenle bana bir kuple enteresan gelen çağımın ruh haline nazire olarak çağ dışı bir film önerisiyle karşınıza çıkıyorum bu hafta: Allen Konigsberg’den You Will Meet a Tall Dark Stranger.

Çaldım ama sor bir neden çaldım?

Ben bu filmi izlediğimde 42 yaşındaydım. Şimdi 45 yaşındayım. Varın siz ülkemizin sinema vizyonuna, dağıtımcıların gündemi takip etme gücüne hayran olun.

Neyse, ben film hakkında ahkam keseyim. Woody Allen’ın “geç dönemi” olarak yorumlanabilecek bir zaman dilimine ait olan You Will Meet a Tall Dark Stranger, yine küçük bir grubun kendi arasındaki ilişkilerden, takıntılardan ve en önemlisi sanattan söz eden bir film. Cassandra’s Dream ve Match Point’le Woody Allen’ın Londra’da geçen filmleri başlığı altında yer alan You Will Meet A Tall Dark Stranger, Anthony Hopkins’i hiç görmediğimiz bir karakterle karşımıza çıkarıyor. Alfie isimli bu karakterin kadersiz gönül dünyasına tanık olmak cidden keyif verici. İki yönden keyif veriyor; ilki bir oyuncunun nasıl farklı kimliklerde karşımıza çıkabildiğini göstermesi; ikincisi ise keyif verici ilk nedeni gerçekleştiren Hopkins’in bunu yıllardır yapabiliyor olması. Bu muazzam bir şey. TV’yi açıp rastgele bir dizi izlerseniz bu durumu daha iyi anlarsınız. Zaten biliyorsunuzdur da, ben yine de size hatırlatayım.

Roy’un (Josh Brolin) hikayesi ise filmin kreması. Komaya giren yazar arkadaşının yayıncılar tarafından reddedilmiş roman taslağını alıp kendisininmiş gibi bastıran bir “yazma heveslisinin” acıklı hikâyesi bu. Taslağı çalınan arkadaş sonra yaşayan bir ölü olarak geri dönüyor ve Roy’u şahane bir vicdani, ahlaki, sanatsal ve estetik bir muhasebenin ortasında bırakıyor. Hikâyenin sonu burası zaten. Bitişi büyük bir soru işaretiyle yapıyor Allen.

Filmin içerisinde oldukça kısa bir yer tutan bu “çaldım ama sor bir neden çaldım?” yan hikâyesi, filmin bana sorarsanız en zeki, en derinlikli, en helal be dedirten kısmı. Gidin görün. Ama bir dönem dünyayı Parliament Pazar Gecesi Sineması’nı izleyerek yakalamaya çalışan bir nesil için vizyon tarafından 3 yıl tur bindirilmiş bu filmle, yeni bir filmmiş gibi karşı karşıya kalmayı elinizden geldiğince garipseyin. Kırılmış gibi davranın. Bu konuya haftaya tekrar değineceğim. Bana unutturmayın.

Filmden çıkınca isterseniz yine kumpir yiyebilirsiniz.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.