Süt hiyerarşisi
okuma süresi 4 dakikaGayet gri bir iş günü. İstanbul’un sabah trafiği her zamanki gibi dillere destan. Bir alışveriş merkezine gidiyorum. Yurt dışından gelecek olan üst düzey yöneticiler mağazaları ziyaret edecekler. Onlardan önce mağazaları gezip derleyip toplama vazifesi bana ait. Normalde bu işyerlerinin doğal süreçlerinde var olan birçok aksaklığı makyajlayıp her şeyi güzelmiş gibi göstereceğiz. Çok kurumsal firmayız ama askeri mantıkla çalışıyoruz. Amaç; Birliği denetlemeye gelecek komutanların kusursuz bir tabloyla karşılaşmalarını sağlamak. Bütün gayemiz bu.
İşe girerken imzalanan şirket prosedürlerinde belirtilen fiili mesai saati aslında sabah saatin alarmının çalmasıyla başlar. Fakat yataktan kalkıp işe gidene kadar geçirilen süre mesaiden sayılmaz. Bu durumda en şanssız olanlar evi işyerine uzak olanlardır. Çünkü sabah ve akşam olmak üzere günde birkaç saati yolda heba olacağından bu süre mesai saatlerine eklenmiş olur. Bu sabah ben de mesaiye erken başlayanlardanım. Üstelik bu bir hafta sonu mesaisi…
Alışveriş merkezi henüz müşteriye açılmadan giriyorum içeri, görevliyiz ne de olsa. Mağazada çalışan arkadaşlarla birlikte işe koyuluyoruz. Birkaç saat sonra her şey dört dörtlük oluyor. Artık ziyarete hazırız ve yöneticileri beklemeye başlıyoruz. Uzun bir bekleyişin ardından kapıda beliriyorlar. Fakat neredeyse hiçbir şeye bakmadan, aralarında bir iki dakika konuşarak mağazadan çıkıyorlar. “Bunca hazırlık toplam iki dakikalık ziyaret için miydi?” diye soruyorum kendime. Mağazadan çıktığımda öğle vakti olduğunu ve alışveriş merkezinde sabahki sakinlikten eser kalmadığını görüyorum. Hafta sonu olması sebebiyle sair günlerden daha kalabalık ve hareketli bir manzara var. Aileler çocuklarını oyun parklarında eğlendiriyorlar. Oyun makinelerinin çıkardığı sesler ve çocukların çığlıkları birbirine karışıyor. Mutlu çocuklar görmek mağazada yaşadığım hayal kırıklığını bir nebze olsun unutturuyor.
Su almak için yemek katına çıkan yürüyen merdivenlere yöneliyorum. Üst kata çıktığımda yurt dışından gelen bizim yöneticileri görüyorum. Bir kafede oturmuş milk shake içiyorlar. Vakitleri kısıtlı olduğu için bir görünüp kaybolduklarını düşünmüştüm oysa. Kendileri gelecek diye onca insan saatlerce emek harcayarak yaptığımız tablo gibi mağazaya gözünün ucuyla bakıp kimseyle konuşmadan çıkan ve üst katta koyu sohbet eşliğinde soğuk süt içen adamlar görmek hele çalışılan bir hafta sonu için ağır geliyor bünyeye. Üstelik daha ofise dönüp mağaza fotoğraflarını sunum haline getirecek ve genel müdüre mail atacağım.
Alışveriş merkezinden çıkıp otobüse binmek üzere durağa yürüyorum. Yanıma bir kadın yanaşıyor, kucağında birkaç aylık bebeğiyle. “Abi” diyor, “Şu çocuğa bir süt parası”. Çocuğa bakıyorum dünya tatlısı bir şey. Ama daha şu birkaç aylık ömründe hayattan bezmiş gibi bitkin, yorgun, sanki durumun farkındaymış gibi umutsuz bakıyor gözleri. Az önce oyun parkında gördüğüm cıvıldayan çocuklar gibi bakmıyor. “Abla böyle nasıl olacak, bir işe girip çalışsan, hem çocuk da harab oluyor böyle” diyorum. “Nasıl çalışayım? Bunu bırakamam ki bir yere, kimsem yok ki!” diyor. “Ailem köyde, beni istemiyorlar, bunun babası da cezaevinde, perişan olduk, süt bile alamıyorum çocuğa” diyor. Özellikle çocuğun durumuna çok üzülüyorum ama kadının eline birkaç kuruş sıkıştırmaktan başka yapılabilecek bir şey yok. Durağa doğru yürümeye devam ediyorum. Elli metrelik yürüme mesafesi hayatın içinde adalet olgusuna dair bir delil aramakla geçiyor. Her zamanki gibi bu olgunun varlığını ispatlayamıyorum kendime.
Şirkete gittiğimde açlıktan midem kazınıyor. Fakat hafta sonu yemek çıkmadığı için yemekhanede de yiyecek bir şey bulma şansım yok. Çekmeceleri kurcalarken dün sabah yarısını yediğim simidin kalan yarısını buluyorum. Bir iki kemiriyorum ama o kadar kuruyup sertleşmiş ki bu haliyle yemek mümkün değil. Bari çayla yumuşatıp yiyeyim diye mutfağa gidiyorum. Mutfakta görevli abla çay makinesinin arızalı olduğunu söylüyor. Bugün hiç iyi bir şey olmayacak anlaşılan. Son çare su sebilinden sıcak su alıp hazır kahve yapayım diyorum. Sıcak suyu bir güzel dolduruyorum bardağa, kahveyi de koyuyorum. Acaba dolapta süt var mıdır diye aklımdan geçiriyorum;
-Abla, süt var mı?
-Var ama veremem, yasak!
-Yasak mı? Neden?
-Genel müdür sütlü kahve içiyor, ondan başkası kullanamaz sütü.
-Onun mu peki, yani kendi parasıyla mı aldı?
-Yoo şirketin parasıyla alındı.
-Ee niye yasak o zaman? Ben de bu şirketin çalışanı değil miyim?
-Ben orasını bilemem süt biterse çok kızar sonra bize. Ben ne istersem getireceksiniz, yok kelimesini duymak istemiyorum diyor. Kahve isterse süt yok diyemem kıyameti koparır.
Yerime dönüp kuru simidi kemirmeye devam ederken şirketin parasıyla alınan sütü kendi hariç herkese yasak eden yöneticinin maili düşüyor ekrana. Şirketin üçüncü çeyrek hedeflerini bildiriyor. Altında da bize çok güvendiğini yazıyor. Gülen surat bile var!