Üç kural Hasan ve kır çiçekleri
okuma süresi 4 dakikaSonra ağlayarak yere yığılmışım.
Bazı çocuklar çabuk büyür denir ya ben onlardan değilim. Hatta büyüme mevzusunu biraz yavaştan aldım, diyebilirim. Mutlu bir çocukluk geçirdim Hasanla birlikte. Hasan kuzen olmak dışında, hayatımın kahramanı ve tek sırdaşımdı. Ama bazı sırlarını yakınlarına bile söylemiyorsun, işte taşıdığım bu sır o kadar ağırdı.
Hasan cesur ve kavgacı esmer güzeli bir çocuktu. Ben ise tam aksi ,
bir keresinde karşı köyün çocuklarından çok feci dayak yemiştim kulaklarım dahil her yerimden kan akıyordu. Hasan gidip o çocukların atlarının bağlı olduğu ahırları yaktı sonra bana dönüp ” Birinden intikam almanın en iyi yolu, kendisine değil; sahip olduğu şeye zarar vermektir.” dedi. Bu sözü hiç unutmam ama uygulayamam da. Hayatın zarar görenler kısmında yer alırım çünkü.
Eğer bir gün ölürsem bunun sabaha karşı olmasını diliyorum, şu sıralar ettiğim tek dua bu. Utançtan kararmış gecelerin sabahı umut taşır çünkü, mesleki deformasyon denilen şey tam olarak bu . Ömrünün bir bölümünden sonrasını ölümünü inşa etmek için yaşıyorsun. Bugün kalabalık görünen yaşantımın ölümümle sakinleşeceğini biliyorum.
Çocukluk büyük bir sarhoşluk halidir, çocuklukta yoğun yaşadığım sarhoşluktan İstanbul’a geldiğim ilk gün ayıldım. Nereden geldiğini anlamadım sert bir tokatla kendime getirildim. Bazı tercihlerin sonuçlarının bu kadar ağır olabileceğini günlerce anlatsalardı, inanmazdım. Bir şarkının melodisi arasında keyifle uyurken nota bilmeyen bir cani tarafından uyandırılmış gibiydim. Birine inanmaya ihtiyaç duyduğunuz zamanlar en zayıf olduğunuz anlarınız olur genelde. Benim inandıklarım beni bu kuyuya itti bilerek.
Kabullenemediğin bir duygu varsa beyninde, bir zaman sonra o duyguya teslim oluyorsun. Ben de teslim oldum. Bazı kurallar koydum ama, kendimden iyice nefret etmemek için.
* Asla ağlamayacağım
* En fazla altı müşteri alacağım
* Perşembe günleri çalışmayacağım.
Akıntıya düşmüş sürüklenirken ne kadar su yuttuğunu değil ölüp, ölmeyeceğini düşünürsün. Ölmeden çıktıysan o akıntıdan bu senin şanslı olduğunu değil, daha çok maceralarda sürükleneceğini gösterir bence. Bir zaman sonra başına gelen felaketlere şaşırmaktan da vazgeçiyorsun işte en beteri bu. Tanrı olsa dayanamazdı, taş olsa çatlardı, diyeceğin olaylarla karşılaşıyorsun sıklıkla; ama susuyorsun. İşte bu da mesleki deformasyon.
Koyduğum kurallardan yalnızca “Asla ağlamayacağım” maddesine uyabildim. Çünkü yalnızca bu kural benim elimdeydi. İnsanın iradesinin sınandığı sınavları başka insanlar hazırlıyor. O zaman acımasızlık ne demek görüyorsun. İnsanları tanıdıkça çocukluğuma dönmeye çalıştım. Acılar insanı kendine yabancılaştırıyor çünkü. Bir zaman sonra içselleştiriyorsun bu acıları, sonra başka birine uygularken yakalıyorsun kendini. Dertlerimizin şekillendirdiği insanlarız, her katilin masum tarafı vardır bu sebepten.
Düşmenin bir sonu yoktur bazı hikâyelerde, sürüklenmeye bir başlandın mı ne üzülecek halin kalır, ne acıyacak tenin. Sarıldığın dal çürük, tutunduğun balık yılan çıkar. Bazı yaralar kabuk tutmaz da derinleşir, çürütür tenini,kalbini.Bazı gülümsemeler görürsün altında nefret yatar, bazı ağlamaların nedenini anlatamaz da susarsın. Ben bulunduğum kuyuya düşmedim, itildim. Ben bu kuyudan bakıyorum size; ama benim hikayem yarım kaldı. Ne kadın olabildim, ne erkek kalabildim.
Her neyse, günlerin birbirine benzediği gecelerin bile bir anlam ifade etmediği zamanları uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Şimdilerde en çok, sevdiğim kır çiçeklere dokunmaya korkuyorum biliyor musun? Çünkü dokunduğum anda solacaklarından korkuyorum, lanetli ve yalnız bir bunak gibi görüyorum bazen kendimi. Tercihlerimin tecritini yaşıyorum yani, pişmanlığın tedavülden kalktığı durumlar yaşıyorum.
“Görünmeyen duyguları vardır insanın, mesela birini çok özlersen bu duygu özlediğin kişiyi sana getirir” derdi dedem. Bu söylenenin ne olduğunu o gün anladım, kapıdan girdiği anda kokusunu aldım, hiç değişmemişti. Birazdan elimden tutup beni çocukluğuma götürecekmiş gibi hissediyordum. Sağ elimi kalbimin üzerine bastırıp kalbimin çıkmasını engellemeye çalışıyordum. Bana doğru yaklaştı. Dokunamadığım bütün kır çiçeklerinin kokusu geliyordu burnuma. Elimi tuttu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki kaburga kemiklerimi kırabilirdi. Beni çocukluğuma değil, odama götürdü.
Beni tanımamıştı, üzerimde çıkıp abandı. O zevkten ses çıkarırken ben acıdan ses çıkarmamak için kolumu ısırıyordum. Kolumdan et kopma derecesine geldiğinde işini bitirip kalkıp masanın üzerine parayı bırakıp çıktı. Bütün kır çiçekleri tekrar soldu. Ölümün bile bitiremeyeceği bir ateş bıraktı içime. Kapıyı kilitleyip bulduğum içki şişesini kafama diktim, kolumdan süzülen kan şişenin içine akıyordu, Sonra ağlayarak yere yığılmışım.