Görkemli Dionysos Şenlikleri
okuma süresi 6 dakikaKlâsik Yunan mitolojisine göre dorukları gökyüzünde bulutlara ulaşan Olympos Dağları’nın heybetli tepelerinde her tanrının bir sarayı, bir köşkü vardı. Bu sarayların en görkemlisi ve en ihtişamlısı bütün tanrıların en ulusu olan Zeus’un sarayıydı. Olympos daha çok Gök Tanrı Zeus’un merkezi durumundaydı ve Zeus’un sarayı muhteşem bir taç gibi Olympos Dağları’nı süslerdi.
Her sabah şafak gül renkli parmaklarıyla gökyüzünü açarak güneşin atlılarına yol verdiği zaman Olympos’un tüm tanrıları Gök Tanrı Zeus’un sarayında toplanırlardı. Altın bir taht’a oturmuş olduğu halde baş tanrı onları güzel sarayının altın avlusunda kabul ederdi. Tanrılar tanrısının etrafında çok zengin bir ailenin bireyleri gibi toplanan tanrılar hep beraberce sonsuz bir mutluluk içinde günlük yaşamlarını sürdürürlerdi.
Tanrıların inanılmaz ölçüdeki huzur ve saadetlerini anlatabilmek için onların sürekli olarak zengin bir ziyafet sofrasında, görkemli bir şölen sofrasında oturduklarını söylemek sanırım pek de abartılı olmaz.
Güzel saçlı Leto ile Zeus’un ‘parlak yüzlü ve bukleli saçlı’ kumral oğlu Apollion’un yedi telli lir’ini çalmaya başlaması ve lirinden yarattığı büyülü sesler tanrıları âdeta sarhoş ederdi. Göze hoş olanı simgeleyen ‘güzel gözlü bakire’ letafet perileri “Krahit”ler (Üç güzeller: Aglia (Parlak), Thalie (Eğlenti) ve Euphrosyne (Sevinç)i yaşatan periler)çiçeklere bürünerek güllerle bezendikten sonra görkemli bahçelerin çimleri üzerinde dans ederler, tanrıların neşe ve mutluluk kaynağı olurlardı.
İlham perileri Musa’lar ise görkemli korulukta -koro halinde- o kadar ahenkli, o kadar hoş bir sesle şarkılar söylerlerdi ki tanrılar kendilerinden geçerek büyük bir sessizlik içinde bu sihirli şarkıları dinlerlerdi. Şarkılar dinlenip danslar seyredildikten sonra iyice yorulan tanrıları bir nebze olsun dinlendirmek için Hebe onlara “Ambrosia” ve “Nektar” sunardı. Hebe Zeus’la Hera’nın kızlarıydı. Görevi de tanrılara içki sunmaktı sadece.
Latif kokulu baldan dokuz defa daha tatlı olan Ambrosia tanrıların besi kaynağıydı. İnsanlara da gençlik, dinçlik ve mutluluk sağlardı. Nektar ise nasıl yapıldığı kimse tarafından bilinmeyen, içenlere güç, kudret ve ölümsüzlük kazandıran tanrılara özel bir içkiydi.
Hebe’nin altın kupalar içinde sunduğu bu ilahi içkiler Olympos sakinlerinin kalplerini neşeyle doldurur, onlara ebedi gençlik sağlardı. Böylece tanrılar dünyanın ve insanların idaresini yorulmadan başarma kuvvetini kendilerinde bulurlardı. Tanrılar Olympos Dağları’ndaki saraylarında günlük uğraşılarına ve yaşamlarına bu ahenkle, bu ihtişamla devam ederlerdi.
Dionysos ise Gök Tanrı Zeus ile ilkbahar kadar güzel ve bir kral kızı olan Semele’nin oğluydu. Bu arada önemli bir hususu vurgulamamız gerekiyor. Dionysos, yani “Şarap Tanrısı”, ki Latince adıyla “Baküs” (Bacchus) Antik Çağın şarap, bağ, haz ve eğlence tanrısıdır. Anayurdu olarak Batı Anadolu ve Trakya gösterilir. Kişiliğinde bazı Yunanlı, Trakyalı, Giritli, Mısırlı, Hintli tanrılardan izler vardır. Dionysos Eski Yunan’da coşkunun, taşkınlığın, esrimenin, bir başka ifadeyle kendinden geçmenin sembolüydü.
Sarhoşluk uyandıran bir kültü yönetir. Bu külte bağlı kadınlar geceleri bağlarda düzenlenen içki şölenlerine katılırlardı. Şarap tanrısı ile ilgili bu kısa bilgiyi sizlerle paylaştıktan sonra artık kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Thebai Kralı Kadmos’un kızı Semele o kadar güzel, o kadar parlak bir kızdı ki tanrıların tanrısı olan Zeus bile ona gönlünü kaptırmıştı. Zeus’u kadınca dürtüleriyle daima kıskanan Hera, kocasından kazandığı çocuğu da annesini de ortadan kaldırmak gayesiyle bir sütnine kılığına girdi. Güzel tanrıça şakaklarını beyaz saçlarla kaplayarak alnını kırışıklıklarla doldurmuş ve elindeki budaklı bir değnek üzerine yaslanarak kamburunu çıkarmıştı.
Bu haliyle Hera, Kral Kadmos’un kızını günlerce aradı. Onu ilk gördüğü anda da bu yaşlı ve tecrübeli kadın güzel Semele’ye telkinlerde bulundu. Semele, Olympos’taki tanrıların en ulusu olan Zeus’un gönlünü çalmıştı. O halde Semele’nin ondan tüm parlaklığıyla ve ihtişamıyla -kendi karısına göründüğü gibi- kendisine de görünmesini istemesi en tabii hakkı idi.
Tecrübesiz saf ve temiz bir gonca olan Semele bu sözlere kanarak Zeus’u olduğu gibi tüm kudreti, ululuğu ve parlaklığıyla görebilme sevdasına kapıldı ve Zeus’a yalvarmaya başladı. “Ey ulu tanrı! Ey sevgilim! Bana olduğun gibi görün, ilahi nurunla gözlerimi parlat!” diyerek dualar ediyordu. Zeus, bunun Kadmos’un kızı için çok tehlikeli olacağını sezdi ve onu bu arzusundan vazgeçirmeye çalıştı ama Semele ısrarını sürdürdü. Sevgilisinin yalvarışlarına daha fazla dayanamayan Zeus onun arzusunu -istemeyerek de olsa- kabul etti.
Zeus Thebai’ye ulaşmış, sevgilisi Semele’nin karşısındaydı artık. İşte o anda yıldırım ateşi Kral Kadmos’un sarayını tutuşturdu. Semele Zeus’un korkunç ihtişamı ve parlaklığına fazla dayanamayarak kendisini seven Zeus’un ateşiyle yanmış, ölürken de henüz yedi aylık olan aşkının meyvesini dışarıya atarak kurtarmıştı. Zeus, Semele’nin vaktinden erken doğurduğu bu oğulcuğu alarak kalçasına sakladı. İlk defa annesinin kavruk rahminden doğan bu oğulcuk ikinci defa da babasının kalçasından dünyaya geldi.
Ve ona Dionysos adını verdiler…
Perilerin Dionysos’u büyüttükleri mağaranın duvarları tamamen asma dallarıyla örtülüydü. Bu dallarda da olgun üzüm taneleriyle dolu salkımlar sarkıyordu. Dionysos bir gün dallardan sarkan üzüm salkımlarından toplayarak bir sepete doldurdu. Salkımlardan üzüm tanelerini ayırıp bir altın kupa içine sıktı ve kupadan üzüm suyunu içti.
Yorgunluğu yok ederek ıstırabı mutluluğa dönüştüren bu yeni nektar’dan tadar tatmaz mağarada kendisini büyüten peri kızlarını, dağların, kaynakların perilerini çağırdı. Üzüm suyunun verdiği neşeyi ve mutluluğu onlarla paylaştı. Onlar da Dionysos’un yaptığı gibi üzüm tanelerini kupalara sıkıp çıkardıkları erguvar renkli şaraptan içerek hayat ve neşe buldular. İşte böylece en büyük teselli kaynağı olan şarap da doğmuş oldu.
Bu uğurlu günü kutlamak ve bu neşe kaynağını selamlamak için gelin duvaklı periler “Nympha”lar, dere, ırmak ve kaynakların perileri “Naiad”lar, orman ve ağaçların perileri “Dryad”lar ve ağaç perileri “Hamadryad”lar asma yapraklarıyla başlarını süslediler. Doğayı simgeleyen cinler “Satry”lar ve doğayı simgeleyen kocamış cinler “Selinos”lar bir araya toplandılar ve hep birlikte çalmaya, oynamaya başladılar. İşte o anda dağlar, taşlar neşe içinde çalkalandı, yaylalar, ovalar ve vadiler heyecandan titredi. Şenliklere katılanlar şöyle bağırıyorlardı:
Ne mutlu bahtı açık olan! / Ne mutlu tanrıların sırrına erene! / Hayatını temizleyip günahlardan arınana! / Ne mutlu ruhunu Bakkhos’a verene!..
Dionysos da şenliklere katılanlara şöyle sesleniyordu.
İşte ben Zeus’un oğlu Dionysos, Kadmos’un kızı Semele’nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı. Thebai toprağına ayak basıyorum. Tanrılığımdan soyunup insan suretine girdim. Ben, Lydia’nın altın ovalarından geliyorum. İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktria’nın uzun surlarını, Media’nın buzlarla örtülü topraklarını, saadet diyarı Arabistan’ı, tuzlu denizin kıyılarında uzanan bütün Asya ülkelerini, Barbarlarla Helenlerin karışık yaşadığı güzel hisarlarla süslü şehirleri dolaştım. Oralarda korolarımı topladım, ayinlerimi öğrettim, şimdi kendimi Helenlere tanıtmak istiyorum. Bakkha’ların keskin çığlıklarıyla çınlattığı, kadınların çıplak vücutlarını ceylan postlarıyla sarıp ellerine Thyrsos’u; sarmaşıklı asayı verdiğim ilk ülke Thebai oldu.
Hoşça kalın sevgili dostlarım…