Astuk’un Hanı
okuma süresi 5 dakikaYukarı Kızılırmak vadisinde, Kızılırmak ile Habeş Nehri’nin birleştiği yerde, ırmakların beslediği kavak ve söğüt ağaçlarıyla dolu bir şirin Anadolu kasabasında kışlar zor ve uzun geçer, yaz sıcağı ise Ağustos’ta şöyle bir uğrar ve yine kış gelirdi.. 1930’ların sonunda kasabada ne tam tarım gelişmişti ne de sanayi… Belki bu yüzden, belki de muhabbetlerde geri kalmamak için okur yazarı da vardı epeyce…El işleri ile uğraşan küçük esnaflar, babadan kalma toprak zengini Bey’ler ve büyük şehirlerden sakıncalı denilip sürgüne gönderilen nüfusuyla kasabada her gün bir öncekine benzer başlar, kasaba halkı kendisine çok önceden çizilmiş yazgılarını, değiştirmeyi hayal bile etmeden yaşarlardı…Buydu belki de kasabanın sırrı… Belki de bu yüzden herkes mutluydu. Bey olan neden bey doğduğunu sorgulamadan, fakir zengin olmayı hiç düşlemeden, herkes bugün nasılsa sonunda bu dünyayı aynı şekilde terk-i diyar edeceğinden emin, tasasız ve şikayetsiz yaşardı…Herkesin işi ve görevi yazılmıştı önceden, beyler çalışmaz, miras bitene kadar, beylikten ödün vermeden yaşar, esnaf her ne işte ustaysa onunla meşgul olur, kasabanın delisi, kabadayısı, imamı, hamamcısı, demircisi rollerinden memnun yaşar giderlerdi…Kasabada çevre illerden ticaret yapmaya gelenleri ağırlayan onlarca han vardı…Kasabanın küçük nüfusuna inat yedi tane han gelene gidene yarenlik eder, kasabanın insanları hayatlarında bir görünüp bir kaybolan insanları, onlar yolcu biz hancı gözüyle seyre dalardı. Astuk Efendi de bu hanların en küçüğünün sahibiydi. Sadece iki odasi vardı Astuk’un, bir de hanın alt katında büyükçe sofanın içinde sekiz on tahta masalı hem hana gelenlere hizmet veren hem de kasaba halkının müdavimi olduğu han meyhanesi… Astuk, hancılıktan pek anlamazdı ama severdi işini, en çok da akşam olmaya başlayınca bir bir meyhanesine gelenlerle hoşbeşi severdi… Akşam ilk müşterisi han kapısında belirip Astuk’tan ilk rakıyı istediğinde Astuk sevinçle tezgahının arkasına koşar, hem gelene rakısını verir, hem de kendi kadehini doldurup, günün ilk yudumunu alırdı. Sanki her şey, bütün bir gün bu anı beklemekle geçerdi. Müşteri gelmeden Astuk içmez, ama ilk gelenden sonra da hiç kimse onu o rakı ile buluşmasından ayıramazdı… Astuk için hayat o anda başlar, birazdan meyhane dolduğunda keyfinden yerinde duramaz, kah o masaya ilişip efkarlanırken, kah diğer masada gülmekte olanlarla beraber kahkaha atardı…Çok severdi gelenlerini, o kadar çok severdi ki onları kaybetmemek için daha meyhane müdavimleri gelmeden özene bezene hazırladığı kelle paça çorbasını hazır ederdi… Bol sarmısak koyar, sirkesini, paçasını hiç cimrilik etmeden eklerdi… Bilirdi, ancak böyle olursa gelenler yine gelir, ancak bu çorba iksir olup rakıdan sonraki keyfi doldururdu… Astuk’un meyhanesinde her şey tek fiyattı, bir kadeh içen de, bir şişe içen de aynı parayı öder, bu paranın Astuk’un paça çorbası ve hoş sohbetine gittiğini bilirdi…Ve tabi öderse… Zira Astuk, her gece müşterileriyle başladığı rakısını hep aynı keyifle yudumlayıp, çakırkeyiflikten biraz daha öteye geçmeye başlayınca hemen çorbasını sunar, müşterilerinin, ‘’ Varol Astuk, sen yaşa “ nidalarıyla o kadar kendinden geçerdi ki, bazen hepsini kaldırıp bir halay çeker bazen de “ siz de varolun, hadi herkes evine” deyip keyif içinde han meyhanesini kapatırdı… Ve yorgun ama mutlu ertesi sabah ortalığı toplamak üzere üst kattaki küçük odasına çıkar orada bebek gibi uyurdu… Temiz havasından mıdır yoksa günlerin kısalığından mıdır bilinmez, kasabada herkes erken uyanırdı… Astuk da içtiği rakının miktarına inat en erken uyananlardandı…Yatağında gözlerini açıp bir önceki geceyi düşündüğünde içi keyifle dolar, “ah o son kadehi içmeseydim” diye düşünür, kendi kendine sözler verirdi… Astuk, aşağıya inip, Kızıldağ’ ın buz gibi suyunu getiren tulumbadan su çekip de elini yüzünü yıkadığında artık temelli ayılmış olurdu. Meyhanenin içine girip de bir önceki gecenin tüm resmini yapan karışıklığı toplarken, birden bire yıldırım çarpmış gibi elindekileri atar, meyhane kasası olarak kullandığı ahşap küçük çekmeceyi açar ve içindeki üç beş kuruşu görünce en okkalı küfürünü savurup hırsından yerinde duramazdı. Kasadaki para, bir önceki gece gelenlerin yarısının parası bile etmezdi… “ Ah Astuk ah “ derdi kendi kendine, “güvendin bak ne oldu, yeyip içip gittiler işte, ara ki bulasın şimdi”… Ama Astuk yılmadan tahta iskemlelerden birini alıp, hanın kapısının önüne oturup,önünden gelip geçenlere bakmaya başlardı. İşte! Şu paltosuna sıkı sıkıya sarılan Mehmet Efendi değil miydi Astuk ile dün gece halay çeken… Emin değildi Astuk, ah o son kadehi içmeseydi, hatırlardı ama…Astuk yılmazdı,
-‘Mehmet Efendi, Mehmet Efendi’ diye bağırırdı
– Ne var Astuk ?
-Sen gelsene bi yanıma, bi hoh desene…
Mehmet Efendi nefesini vererek Astuk Efendiye doğru üflediğinde Astuk, gece verdiği paça çorbasının içindeki sarmısakların kokusunu alır, bir kaçağı yakalamış olmanın eminliğiyle, Mehmet Efendi bir borcun mu var mı bana diye sorardı… Mehmet Efendi de “ Ya evet Astuk, halaya dalıp acele ile çıkınca unutmuşum” deyip parayı verirdi Astuk’a…İşte bütün bir sabah Astuk için çarşıda dolaşanları, bir gece öncenin puslu görüntüleriyle sarmısak kokulu nefesleri eşleştirerek geçer, en son o gece için yeter miktar toplandığında, yandaki kasaba gider, o gecenin paça çorbası için malzeme almaya giderdi…
Bugün ne Astuk hayatta, ne o kalender meşrep müşteriler, ne de o hanlar… Bir tek o kasabada hala söylenen, beleşçileri uyarmaya yarayan bir söz var,” Ne yapıyorsun hemşerim, Astuk’un hanımı sandın sen burayı’’.
Bu hikayede adı “Kasaba” diye geçen, kalender insanların mekanı, muhabbet sevenlerin diyarı kendisi küçük ama hikayeleri büyük yeri tanıdıysanız ya da olabilir mi acaba derseniz lütfen yazınız…