İlk göz ağrısı meyhanem…

okuma süresi 6 dakika
1953 yılının başlarında bir gün arkadaşlarımla birlikte oynarken mahalle arkadaşlarımdan biri Samatya’nın o güzelim çarşı meydanındaki meyhanelerden birinin “miço” (meyhane komisi) aradığını söyledi.

1953 yılının başlarında bir gün arkadaşlarımla birlikte oynarken mahalle arkadaşlarımdan biri Samatya’nın o güzelim çarşı meydanındaki meyhanelerden birinin “miço” (meyhane komisi) aradığını söyledi. Böylece elimde servis tepsisiyle Bülent’in esnaf meyhanesinde buldum kendimi. On iki yaşındaydım o günlerde, gencecik, körpecik bir hayat yolcusuydum.

Kimi zaman renkli, kimi zaman üzüntü ve acılarla dolu ama her şeye rağmen dopdolu bir hayat serüveni böylece başlamış oldu. Bir ömür boyu sürdü bu serüven ama her şeye rağmen hiç pişman olmadım. Çoğunlukla da mutlu oldum hep. Sevgi dolu duygularla dostlara hizmet ettik bu serüvende sürekli olarak. Kimi zaman da bize hizmet etme nezaketini gösterdiler. Sağ olsunlar… Hep dostluğa koştuk. Ömre bedel bu serüvenin her etabında ne dostlar yalnız bıraktı bizi, ne biz onları. Bırakamazdık, çünkü raconu buydu bu işin. Ne de olsa dostlar sofrasının bir paçasıydık. Hep de öyle kaldık bir ömür boyu. Kalmaya da devam ediyoruz.

O günlerde Samatya’nın Narlıkapı Çıkmazı’ndaki altıncı binada en büyük ağabeyim Osman Efendi oturuyordu ve ben onlarda kalırdım. Oturduğumuz bina kayıkhane olarak inşa edilmiş daha sonra da tadil edilerek üç daire haline getirilmişti. Binanın giriş kısmının sağındaki dairede Termize Hanımlar, üst katta ev sahipleri, onların altındaki katta da biz oturuyorduk. Binanın ön kısmı tamamen deniz üzerinde olduğu için rüzgârlı havalarda dalgaların sesi ve titreşimi sürekli olarak binanın içinde hissedilirdi.

Termize Hanımların yan tarafındaki kapıdan kayıkhanenin bahçesine çıkılırdı. Bahçenin sol tarafında denize bağlantısı olan “livara benzer” büyük bir havuz vardı. Bu havuzda balıkları canlı olarak muhafaza edebiliyorduk. Havuzun yanından denizin üzerinde inşa edilmiş betonarme terasa çıkılırdı.

Yaz ayları boyunca buradan denize girer, terasta güneşlenirdik. Teras, Narlıkapı Kumsalı’nın sonuna kadar uzanan çok güzel bir manzaraya hâkimdi. Kumsalın ön kısmında denizin yarım metre kadar derinliğinde devasa büyüklükte “Harmankaya” denilen bir kaya kitlesi vardı. Kimi zaman gecenin karanlığında “Alamana” tabir edilen büyük balıkçı kayıkları ezkaza bu kayaya çarpar hemen alabora olurdu.

Bülent’in esnaf meyhanesinde işe başladığım ilk gün etrafı iyice süpürüp camları sildikten sonra mavi ve siyah renkli boncuklu sineklikleri kapının yan tarafında asılı olduğu yerden çıkarıp salıverdim aşağıya. Şıkır şıkır diye hoş bir ses yükseldi birden. Ses öylesine hoşuma gitti ki elimin tersiyle bir sağa bir sola tekrar iyice şakırdattım sineklikleri. Bir süre öylece seyrettim sallanan boncukları. Şıkırtıların durmasıyla ürkütücü bir sessizlik oldu birden. Sessizlikle birlikte büyük bir hüzün çöktü içime. Buz gibi güvensizlik sardı içimi. Çocuksu duyguların ürkek fırtınasına kapıldım o anda. Bir gün benim de bisikletim olacak mı acaba diye sayıkladım.

Kâbus dolu güvensizlik, kupkuru anlamsız sessizlik… Ne kötü… “Yaşamın gerçeği neydi acaba?” diye yırtıcı bir ses yükseldi küçücük yüreğimde. Tam bu sırada, “Ulen Miço, baksana buraya” diye kavruk bir sesle kendime geldim. Meyhanenin giriş kapısının hemen yanındaki masada oturan ince yüzlü, soluk benizli adam çağırıyordu beni. Yanına gidip, “Buyurun Efendim, bir arzunuz mu var” diye sordum. Bir tabak “lobya” getir diye emir buyurdu. Lobya tabiri İstanbulluların kullandığı bir tabir değildi. Bu adam Egeli, İzmirli olmalı dedim içimden. Çünkü İzmir’de kuru fasulye yemeği için çok kullanılırdı bu tabir. “Lobya yok, size güzel bir “barbun” pilâki getireyim, rakınızın yanına uygun düşer” dedim gülümseyerek.

Babam da rakı tiryakisi olduğu için bu kadarını biliyordum artık. “Haydi, getir bakalım altın saçlı delikanlı, barbun ya da barbunya pilâkinizi görelim hele” dedi alaylı bir üslupla. Vay efendim vay, adam delikanlı dedi bana, aman efendim aman, ne gam kaldı içimde, ne hüzün. Hemen seğirttim mutfağa, “Yarımca Porselen” çukur yemek tabağını ağzına kadar barbunya pilâkiyle doldurdum. Ardından, hemen ince yüzlü iyi kalpli adama götürüp oldukça itinalı bir şekilde masasının üzerine bıraktım. Bıraktım bırakmasına ama soluk benizli adamın suratında sert bir ifade oluştu birden.

“Ne Ulen bu, bu ne, ödünç mü veriyorsun bu pilâkiyi, sana delikanlı dediysek, vur da öldür demedik ya!” diye çıkıştı yüksek volümden. Hemen ardından “Al bunu götür, adam gibi bir pilâki getir,” diye ekledi kaşlarını çatarak. “Pilâkinin adam gibisi nasıl oluyor ki?” diye sorduğumda, “Küçük bir tabağın sağ tarafına bir-iki kaşık pilâki koy. Üzerine ince doğranmış maydanoz, sol tarafına da iki dilim “domat”, domatların yanına da bir dilim limon ilave et, ama limon yatak limonu olsun, hem de dişi limon olsun” diye sıraladı yavaş yavaş.

“Yatak limonu, limonun dişisi, bir-iki kaşık pilâki, iki dilim domat, ince doğranmış maydanoz” diye sayıklamaya başladım içimden. Öte yandan soluk benizli adam amma da çok şey biliyormuş diye başımı kaşırken, omzumda bir el peyda oldu birden. Döndüm, bir de baktım ki Ustam Bülent Bey bıyık altından gülümsüyor. “Gel bakalım tavşan, kabahat sende değil bende, yerleri silip süpürüp üç-beş bulaşık yıkadın diye seni “ortacı” (saki) olarak hizmete sürersek bu sonuca hiç şaşırmamamız gerekir” dedi hafifçe gülümseyerek.

Bülent Ustamın yedeğinde tıpış tıpış geldik mutfağa. Soluk benizli adamın tarif ettiği gibi pilâkiyi hazırlayıp elime tutuşturdu. Ardından, “Haydi meyhaneye hoş geldin” diyerek yüreklendirdi beni. Pilâkiyi bu kez daha bir gururla koydum konuğumun önüne. Soluk benizli adam, “Yaa, işte adam gibi pilâki, adam gibi rakı sofrası böyle olur” diyerek başımı okşadı. “Sana da bu yakışır” diye ekledi. Ardından da “Bu işi iyice öğrenmek istiyorsan, önce Ermenilerin yanında çalış, sonra da alabilirsen eğer diplomayı da bir Rum’dan al, o diplomanın imzasını biz atar, mührünü de biz basarız. Bu üçlü olmazsa eğer, bir ömür boyu eksik kalır, yavan yaparsın bu mesleği. Bu söylediklerimi sakın unutma emi” diyerek sözünü tamamladı.

Sözünü tamamladıktan sonra “Dana Gözü” dediğimiz on kuruşu ceketimin cebine usulca koyuverdi. Dana gözünü kapınca hindi gibi kabarıp böbürlendim içimden. İşte tam o mutlu anda Bülent Usta, “Ulan tavşan, kurşun asker gibi ne dolanıyorsun ortalıklarda. Buraya gel, gel de mutfaktaki “sinekkapanları” değiştir, bulaşıkları yıka!” diye bağırmaz mı? Bir anda forsumuz beş paralık oldu, başım omuzlarımın arasına gömüldü birden. Hızlı adımlarla tekrar mutfağın yolunu tuttum.

İşte benim bir ömür boyu süren serüvenim böylece başlamış oldu. Hayatım boyunca da ilk göz ağrım olan o salaş ve bohem meyhaneyi unutamadım hiç. Unutamayacağım da asla.

Rakınız kaymak, sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun efendim.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.