Solanj ve güneşin doğuşu…
okuma süresi 5 dakikaSabahın ilk ışıklarının yükseldiği tan yerinde bülbüllerin sesini dinlediniz mi hiç? O ne inanılmaz şeydir öyle, o ne muhteşem nağmelerdir öyle. Genellikle de Emirgan Koruluğu’nun yüksek tepelerinde ötüşürler durmadan. İşte o anlardan birini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Çiçek Pasajı çökmeden önce efsanevi “Kimene” meyhanesinin cam kenarı masaları diğerlerine oranla biraz daha yüksekçeydi. Bir gün bu masalardan birinde otururken, yan masada demlenen yaşlıca bir bey dikkatimi çekti. Giyim-kuşamı ve davranışları babacan tavırlı Prof. Cahit Tanyol’u andırıyordu.
Aheste aheste demleniyor, her yudumu vurduktan sonra dalıp dalıp gidiyordu. Her dalışında da gözleri engin denizlerde ufku gözleyen usta bir kaptanın bakışlarını andırıyordu. Dertli olduğu her halinden belli oluyordu. Onun sık sık yılgın ve hüzünlü dalışı dikkatimi daha da yoğunlaştırdı.
Bir ara lavabo dönüşümde göz göze geldik. “Akşam şeriflerin ve sefaların hayırlı olsun delikanlı” dedi oturduğu yerden. Ben de aynı dilek ve temennilerle mukabelede bulunarak oturdum yerime. Bir süre sonra garsonu çağırıp bir karafaki rakı ikram ettim kendisine. Böylece Mümtaz Amca ile olan dostluğumuz başlamış oldu.
Olaylı yıllardı o yıllar. 68 Kuşağı’nın özgürlükçü rüzgârları bütün ihtişamıyla sürüyordu. Mümtaz Amca merhum Prof. Tarık Minkâri gibi kalender-meşrep kişiliğe ve Aydın Boysan Hocam gibi babacan bir yüreğe sahipti. Az konuşur, çok şey söylerdi. Söylenmeyenleri de saygıyla dinlemeyi çok iyi bilen yüce bir yapısı vardı üstelik. Kalıba bakmazdı hiç, sürekli olarak özü arar, öze ulaşmaya çalışırdı hep. Çok yavaş demlenirdi, demlenirken de rakıya tekrar su katıp rakının demini bozmazdı hiç. Hâsılı serapa gönül adamıydı Mümtaz Amca.
Bir akşam dem faslından sonra seni bir yere götüreceğim dedi. Fransız Kültür Merkezi’nin arka kısmındaki bodrumda bulunan bir Rus lokantasına götürdü beni. Lüks Nermin’in yatak muhabbetli sefa yuvasının bulunduğu sokağın hemen arkasındaydı mekân. Gayet loş ve üç-beş masalık yerdi burası. Dışarıdan bakıldığı zaman içeride böyle bir yerin bulunduğu hiç anlaşılmıyordu.
Müdavimleri de çok özel insanlardan oluşurdu. Sahipleri olan Ruslar herkesin gelmesini istemezdi pek. Bu nedenle de pek fazla bilinmezdi. Sarışın bir hanım şarkı söyler, balalayka ve akordeonla iki müzisyen eşlik ederdi kendisine. Masalardaki sohbetlere zaman zaman müzisyenler de katılırdı.
Orada Mümtaz Amcayı bekleyen bir hanımın masasına oturduk. Masasına oturduğumuz Solanj adında bir Fransız hanımdı. Çok şık ve göz kamaştırıcı güzellikte bir hanımdı kendisi. Endamı ve davranışlarıyla büyülüyordu insanı. Ne kadar ilginçtir ki orada da rakı sofrası kurdurdu Mümtaz Amca. Amca diyorum çünkü ihtiyar yakışıklısıydı kendisi. Solanj ve ben otuz yaşlarında bile değildik henüz.
Onlar kendi aralarında Fransızca konuşuyor, Solanj da konuşulanları İngilizce olarak aktarıyordu bana. O gece sofranın finalinden sonra Dolmabahçe sahilinde bulunan çayhane salaşına gittik. Kahvelerimizi yudumladıktan sonra Mümtaz Amca arabaya binerek ayrıldı bizden. Bebek’te oturuyordu kendisi. Ben de Solanj’ı kalmakta olduğu Opera Oteli’ne bıraktım. Daha sonraki günlerde sıcak bir ilişki gelişti aramızda.
Günler bu minval üzerine geçiyorken bir akşam yine Kimene meyhanesinde buluştuk. Solanj’la birlikte meyhaneye girdiğimizde Mümtaz Amca mutad masasında oturuyordu. Ama rakı değil, şarap içiyordu bu kez. Bir süre sonra hep birlikte Rusların Bodrumu’na gittik. Giderken Mümtaz Amcanın bir çanta taşıdığını gördüm ama çantada ne olduğunu sormadım kendisine. Gece ikiye kadar orada oturup demlendik. Saat ikiyi biraz geçiyordu ki “Haydi şimdi önce Aşiyan’a, sonra da Emirgan Koruluğuna bülbül dinlemeye gidiyoruz” dedi gülümseyerek.
Aşiyan’da, sahil kenarında üst setteki ağacın altında sofrayı kurduk. Burasını bilirsiniz, Rumeli Hisarı’nın hemen yan tarafında hafifçe yokuş yukarı çıkılan bir yol vardır. Bu yolun sol tarafında da o ünlü ağaç bulunur. O yıllarda burası içki müptelalarının değişmez köşesi haline gelmişti. Gecelerin finali burada yapılırdı hep. Önünüzde şıkır şıkır akan Boğaz’ın serin suları, set altından yavaşça geçen araçlar ve o emektar ağaç. Pek tabii ki burada yapılan o doyumsuz sohbetler, muhabbetler. Hem de sabahlara kadar…
Ağacın altında “hemdem” (paylaşma ve kaynaşma) soframızı kurduk hemen. Meğer ki Mümtaz Amcanın çantasında gecenin bütün nevalesi bulunuyormuş. Yaklaşık saat beşe kadar orada demlendik. Ardından ver elini Emirgan Koruluğu. Koruluğa girdimiz zaman Solanj’ın üşüdüğünü fark ettim, ceketimi verdim kendisine. Tam o sırada Mümtaz Amca da mekânın koruyucusuna bir şeyler verdi. Yavaş yavaş tepelere doğru yürümeye başladık. Bir süre sonra düzlük bir yerde bir ağacın altına oturup bülbülleri beklemeye başladık.
Sessiz sedasız yarım saatlik bir bekleyişten sonra bülbüller ötmeye başladılar. Şakır şakır ötüyorlardı birbirlerine nazire ederek. Sanki şafağın söküşünü müjdeliyorlar gibi şakıyorlardı. Her şey susmuş sadece onların büyüleyici çığlıklarıyla uyanıyordu yeni bir gün, yeni bir dünyaya onların çığlıklarıyla giriyorduk. Bir yanda biz, bir yanda şakıyan bülbüller, bir yanda da hayatın o dayanılmaz sevgi kıvılcımları…
Bu unutulmaz anılarımı satırlara dökerken William Shakespeare’in bir dizesi aklıma geldi birden. Bakın ne güzel şeyler söylüyor bu eşsiz edebiyat dehası:
“Nasıl ki güneş her gün hem eskidir, hem de yeni
Sevgim de yeni baştan söyler her söyleneni…”
Ya söylenemeyenler…