Götür sat pazarda kölem var deyi…
Biz Erdal Hoca’yla hiç rakı içmedik. Sanırım sadece bir defa içki üzerine konuştuk, çok gençtim ve içkiyle ilgili bir sıkıntım olsun istiyordum. O yaşlarda insan sahici sıkıntılar yerine, namlı sıkıntılar arıyor. Ne olduğunu bilmeden, hevesle isteyerek öyle. Şık ölümler falan düşünüyor aklısıra. Biz Erdal Hoca’yla doğru dürüst müzik bile dinlemedik, müzik üzerine konuşmadık. Çok mektuplaştığımızı düşündüm hep ama aslında öyle pek mektuplaşmadık da. 9 yıl geçecek bugün üstünden, her yıl bir anı daha ekledim belki de. 9 yıl çarpı 365 gün, 3285 ediyor. Dünya üç bin küsur gündür Erdal Hoca’sız ve ben bu dünyayı o günden bu yana pek sevmiyorum. Kalbimi çok kıran bu dünyaya, 3 Mart’larda daha çok kırılıyorum. Kırılmak deyince de, ilk okuduğum günden beridir aklıma Behçet Aysan’ın o dizesi geliyor: “kırgınım, saçılmış bir nar gibi”.
Andre Gorz’un karısıyla birlikte intihar etmeden önce yazdığı Son Mektup, aşk ve ölüm üzerine yazılmış harikulade bir eser olmasının yanısıra, “anı” üzerine de konuşan bir kitaptır. 58 yıl birlikte yaşamış iki insanın mektup kaleme alanı bile anıların zamanla “değiştiğinden” söz eder. Anılar, hiç şüphesiz ki, bazan uydurulan şeylerdir de. Hangimiz Dostoyevski okumadan önceki hayatıyla, okuduktan sonraki hayatı arasında anıların değişmediğinden söz edebilir? Dostoyevski’nin kendisi bile bu iddialı hükümden vareste değil.
Taziye zamanlarında televizyonun açılmadığı, evde mümkünse yüksek sesle konuşulmadığı, erkeklerin sakal traşı olmaktan bir süre vazgeçtiği, kadınların siyah yaşmak tercih ettiği bir memlekette büyüdüm ben. Taziye çadırlarında gün boyu kahve ikram edilen bir memleket orası. Acı kahveyi özel bardağının içinde şöyle bir döndürüp soğutarak, tek nefeste içen insanların olduğu da bir memleket orası. Öyle aman aman meyhanenin olmadığı, tek tük birahanelerde müdavimlerin devam ettiği, zamanla kendi özel açıkhava meyhanelerini bulmak zorunda kalmış bir memleket aynı zamanda. Velakin taziye sahibini ya da ölmüşün yakınını meyhanede gördüğünde saygıyla sesini kısan, masasına bir kadeh rakı göndermeyi asla ihmal etmeyen, neşeli müzik çalıyorsa onu değiştiren, kahkahasını tabii ki erteleyen, taziye sahibini ya da ölmüşün yakınını hürmetle uğurlayan insanların olduğu bir yer ve de. Biz Erdal Hoca’yla hiç rakı içmedik, doğru dürüst müzik üzerine konuşmadık bile ama ben onun canına değsin için çok rakı içtim, çok türkü dinledim. Anılarımı aklım tashih etti, değiştirdi, belki giderek çoğalttı ve israrla güzelleştirdi. Ama 3 Mart her sene geldi, her sene usanmadan geldi. Ben de her sene, “bu sene bir şey yazmayayım, çok yazdım, artık daha da bir şey yazmayayım” deyip deyip, kendimi bir şey yazarken buldum. Yazmanın sağaltıcı etkisinden falan da değil üstelik, başka bir şey yapmaya yüreğim kesmediği için. 2 Mart gecelerinde bir şarkıyı, o sene hangisiyse artık, döndürüp döndürüp dinleyerek. İnsan edebiyat öğretmenini, Erdal Can hocasını başka ne yaparak anabilsin ki?
Erdal Hoca, Tanpınar’ı şüphesiz ki iyi okumuştu. Tahrif etmediğim ve çok sık anlattığım bir anı da o değil mi zaten? Tahtaya yazdığı yazar isimleri. Lise öğrencisi bir çocuk olarak, hevesle defterime o isimleri kaydedişim. Onun bunu mahcubiyetle yapışı, yazdıkça aklına başka isimlerin geldiğini fark etmem. Şüphesiz ki Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’ini de okumuştu. Ama kitapta geçen bu cümleleri, onun ölümünden çok sonra okuyup altını çizdimdi ben. Şimdi durmadan “Bülbül Havalanmış” dinlerken, nedense elim hep bu kitaba gitti. Gidiyor: “Anadolu türküleri korkunç şeylerdir. Birdenbire kulağınızın dibinde bir daha içinden çıkamayacağınız bir uçurum açılıverir. Artık ondan sonra sizden hayır gelmez. Her şey etrafınızda alt üst olmuştur. Çünkü sıcak ekmek gibi insan ıstırabıyla, azmiyle, hasretle, ölümle baş başa kalırsınız.”
Saatlerdir bir son cümle bekliyorum, olmuyor. Susayım, çok konuştum. Ellerinizden öperim.
Talebeniz, Said.