Aşkın çaresini bulmuşlar
okuma süresi 6 dakikaYataktan kalkmaya gücüm yoktu o sabah. İçim sıkılıyordu ve göğsüm daralıyordu. Kalkabilsem çok şey yapacaktım ama üstümde yorgan değil bir fil vardı sanki. O fili üzerimden atabilsem kahvaltı da edebilirdim. Hepsinden önemlisi hava kapalıydı. Ve içimin sıkılmasının, daha da önemlisi göğsümün daralmasının asıl nedeni buydu. Açlıktan ölmeye bir kala mutfağa atabildim kendimi. Çay demlemek gelmedi içimden. Sallama çay ve özensizce hazırladığım tost ile geçiştirdim kahvaltıyı. Oturma odasına gidip televizyonu açınca anladım havanın neden kapalı olduğunu. Son dakika başlığı altında verdiler haberi: Küçük bir çocuk gri renkte bir yağlı boyayla gökyüzüne gözü kapalı girişmiş. Yetkililer kapalı havalarda yapılacak en güzel şeyin ışıkları açarak kitap okumak olduğu konusunda izleyenleri uyarıyordu. Böylece biraz olsun aydınlanabilirmiş dünya. Televizyonda konuşan yetkilileri dinlemek pek âdetim değildir, ama hayatlarında ilk kez mantıklı bir şey söylemişlerdi. Kitabın ilk cümlesinin sonunu getiremeden telefonum çaldı. Arayan, dostum Ahmet’ti. “Gel kahvaltı edelim” demek için aramış. “Geleyim ama ben tokum, sadece bir şeyler içerim” dedim. Amacının benimle bir şeyler yemek olmadığını hatırlattı. Bir şeyler yiyip bir şeyler içmek, gerçek dostlar arasında sadece bir bahanedir. Bunu düşünüp kendimden utandıktan sonra “Tamam,” dedim. “Geliyorum.”
Kararlaştırdığımız vakitten yarım saat erken gelmiştim mekâna. Ben böyle bir insan değildim. Geç kalırdım, hiç gitmezdim ama asla erken varmazdım gideceğim yere. O an anladım dışarı çıkmaya, birileriyle konuşmaya ne kadar çok ihtiyacımın olduğunu. Anladığım sırada garson geldi. “Hoş geldiniz efendim. ” Daha menüyü incelemediğimi, siparişimi arkadaşım gelince vereceğimi söyledim. Zaten menünün Suç ve Ceza’nın bir cildinden farkı yoktu. Menüyü okuyup bitirene kadar yarım saat geçti ama Ahmet gelmek bilmedi. “Nerde kaldın?” demek için aramak istedim. Telefon yoktu. O an bir şeyi daha fark ettim. Telefonum evde kalmıştı. Neyse ki daha fazla bekletmeden geldi Ahmet. Montunu sandalyeye koyup, “Çocuğum olmayacak şerefsizim, çok sıkıştım!” diyerek tuvalete doğru koşmaya başladı. Güldüm.
…gözlerinin rengi elaydı. Saçları karın yağışı kadar güzeldi. Fakat gözlerinde çözemediğim bir şeyler vardı. En az; yağmurun karı eritmesine, o güzelliği silip süpürmesine şahit olmak kadar hüzünlüydü onunla göz göze gelmek. Bana doğru yürüyordu ve gözlerinin rengi elaydı…
Birden kafam öne doğru sarsıldı. Ensemde bir acı hissettim. “Bu ne hâl oğlum? Dalıp gitmişsin. Bilseydim akşam buluşurduk iki tek atardık.” Kafama vuran yavşak Ahmet’miş. O tuvalette pisuarı delercesine tazyikli işerken ben burada hayallere dalmışım. “Neyin var, anlatmayacak mısın?” dedi. “Bir şeyim yok. Sadece biraz dalmışım. Olamaz mı? Her insan hayal kurar. Zihin bir çiçekse, hayal kurmak sudur.” Ahmet bu sözlerimi dikkate almadı. Bana odaklanmıştı. Sağ eliyle çenemden tutup yüzümü sağa sola çevirdi. Bakışları korku doluydu. Ben ise durumu anlamaya çalışıyordum. “Ne var?” diye sormaya fırsat olmadan “Durum kötü,” dedi. “Dostum sen âşık olmuşsun.”
Hemen tuvalete koşup aynaya baktım. Gerçekten de âşık olmuştum. Uzun süredir başıma gelmiyordu ve bu hastalıktan tamamen kurtulduğumu sanıyordum. Masaya döndüm. Tuzluk, peçetelik, menü ve kürdanlığın olduğu masaya şimdi de sessizlik konuk olmuştu. Uzun süren sessizliği Ahmet bozdu. “Korkma, aşkın çaresini bulmuşlar. Şimdi su iç ve sakinleş, anlatacağım.” Söylediği sözler kulağıma ulaşmadan havada yok oluyordu ve duyduğum şey sadece bir gürültüydü. Aşık olduğumuzda kulağımız dışarıdan gelen sesleri 130 desibelmişçesine -ki bu acı eşiğine denk geliyor- duyarmış. Bunu bir magazin dergisinde okumuştum. Sonradan yalan olduğunu öğrendim. Ama ne fark eder ki, âşıkken duymazsın. Âşıkken duysan bile anlamazsın. Âşıkken anlasan bile yanlış anlarsın. “Efendim?” dedim anlamadığımı belli ederek. “Aşkın diyorum, çaresini bulmuşlar.” Onu dinlemeye vaktim yoktu. Hemen bir şeyler yapmam lazımdı. Hiçbir şey demeden masadan kalktım.
Ahmet yerinden hızla kalkıp kolumdan tuttu. “Yalnız kalmam lazım,” dedim. “Lütfen Ahmet, izin ver.” Bırakmaya niyeti yoktu ve sanırım benden daha ciddiydi. “Tamam, buradan kalkalım başka yere gidelim. Saat erken ama biraz içmek sana iyi gelecektir” diyerek kapıyı açtı. Oradan çıkıp, köşedeki masada öpüşen gençler dışında kimsenin olmadığı bir bara gittik. İki bira söyledik. Uzunca bir süre sustuk. Dördüncü biramız bittiğinde Ahmet “Hazır mısın? Anlatmaya başlıyorum. Beni iyi dinle” dedi. “Tamam,” dedim. “Ne sikim anlatacaksan başla bir an önce.” Başladı.
“O gün halı saha maçından sonra eve gittim. Bir telefon. Polis arıyor. Anneme araba çarpmış bizim mahalledeki büyük alışveriş merkezinin orada. Ölmüş. Ölmekle kalkmamış bir de bacağı kopmuş tekerin altında kalıp. Çok kızdım anneme. Neden böyle bir şey yaptı anlamadım. Cesedi hastaneden aldım, kimselere vermedim. Eve getirip uzunca azarladım onu. Bir tarafı kısa masa gibi hissettim kendimi. Sallantıdaydım. Ya kısa tarafa kâğıt sıkıştıracaktım, ya da diğer tarafı da kısaltacaktım. Babamı uykusunda vurdum daha horlamaya bile başlamadan. Madem acı çekiyorum, adam gibi çekeyim dedim. Kız kardeşim eve gelip cesetleri görünce bıçakla yaralamaya çalıştı beni. Amacı öldürmek değildi. Madem abim acı çekmek istiyor, çorbada tuzum bulunsun diye düşünmüş. Elini kıvırıp bıçağı göbeğine sapladım. Sabah kahvaltı hazırlamasını söylediğimde ses vermedi. O da ölmüş. Üç ceset, bir katil ve çokça acıyla üç gün evde kaldım. Annemin öldüğünü duyup taziyeye gelen komşuları içeri almadım. Çok konuşan bir teyzeye tokat attım, kocasına söylemiş. Polis çağırdılar. Şimdi muhtemelen eve girmişlerdir. Peşime düşmüşlerdir. Ben de gözaltına alınmadan önce son birkaç saatimi seninle geçirmek istedim ve seni aradım. Gerçek dostlar her zaman hisseder. Senin de sıkıntıda olduğunu hissediyordum ve dedim ki; dostum acı çekecekse adam gibi çeksin.”
Ahmet bunları anlatırken hiç tepki vermeden kafam önde onu dinliyordum. Söylediklerine inanıyordum çünkü Ahmet bugüne kadar bana hiç yalan söylememişti. Yani ben öyle biliyordum. Birinin size yalan söyleyip söylemediğini hissedebilirsiniz en azından değil mi? Ben hissediyordum. Tek kelime edecek halim yoktu. Sarhoştum. Kafamı kaldırıp ona bakamadım bile. Ahmet konuşmaya devam ediyordu. Kafamı kaldırmadan “Bütün bunların aşkın çaresi ile ne alakası var?” diye sordum siren sesleri uzaktan bize doğru gelmeye başlarken.
“Senin için üzüldüm. Keşke aşık olamayacak kadar çok sevebilseydin. Ama iş işten geçmiş bir kere. Şimdi sen hâlâ aşkın çaresini mi merak ediyorsun? Aşkın çaresi yok oğlum. Çekebileceğimiz bir sürü acı var ama aşkın çaresi yok. Polisler seni de alırlar tahminimce, sonra bırakırlar ama korkma. Bizim evin oraya git. Senin için bir şeyler yazdım duvara.”
“Tamam” dedim.
Son sözleri bu oldu Ahmet’in. Polisler gelene kadar birlikte en iyi yaptığımız şeyi yaptık. Sustuk. Polisler ikimizi de götürdü. Beni sorgulayıp bıraktılar. Ahmet tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Polisler onu götürürken göz göze geldik. Bütün dişlerini görebiliyordum. Ağzı beş karış açık gülüyordu. Karakoldan çıkıp evlerinin oraya gittim. Duvara spreyle “Biz mutsuz insanlarız” yazmış. Şimdi her gece dua ediyorum onun için. Umarım yeteri kadar acı çekebiliyordur.