Biz golü ilk dakikada yemişiz Bekir!
okuma süresi 9 dakikaBekir’in aklına uyup o sene üniversite sınavına girmekten vazgeçtim. Ne yaptı etti çeldi aklımı. Zaten fazla itiraz etmedim, dünden razıymışım gibi oldu. Bir yerden sonra hak bile verdim zaten. “İlk girişte kazanma şansımız sıfır oğlum! Harcarlar bizi. Boş ver girmeyelim işte. Çektiğimiz sıkıntıya değmez.” Adam haklıydı. Hem de yerden göğe kadar. Babamın, sınav sonuçlarının açıklanmasını bile beklemeden sırf indirimlerden faydalanmak için beni dershaneye yazdıracağından adım gibi emindim. Elinde bir tomar dershane broşürüyle karşıma geçip en ucuzu hangisiyse onu övmeye başlayacaktı. Evlada güven sıfır bizde. “İlk girişte kazanacaksın diye bir şey yok. Sınav heyecanını yenersin, kendini denemiş olursun o kadar.” Böyle diyen bir baba kafadan ofsayttır zaten. Heyecan yenmek nedir Allah aşkına? Sanki edindiğim tecrübe bir sonraki yıla kadar güncel kalacak ve ben “kendimi deneyerek” ermiş biri olacağım öyle mi? “Tamam,” dedim Bekir’e, “girmiyorum sınava falan.”
Okulların kapanmasına az bir zaman kalmış, bahar desen arsız çocuklar gibi yapışmış yakamıza, düşmek bilmiyor. Sınıfta yoğun ve samimiyetsiz bir vedalaşma havası… Gömlek düğmeleri, kravatlar, süveterler fora edilmiş sıcaktan. Duygu dolu anlar yaşıyoruz sınıf olarak. Mezun olacağız ya hani. Kim nereyi kazanacak, kazanamayanlar hangi dershaneleri tercih edecek… En yoğun gündemimiz şimdilik bunlar. Gömlek, fotoğraf, defter, kısacası kim ne bulursa birbirine imzalatıyor. Oysa ben unutmak istediğim meseleleri tartıyorum kafamda. Okuldan sonra hiçbir şey olamamanın ne demek olduğunu anlayacağımdan adım gibi eminim. Zorunlu eğitim-öğretim hayatım boyunca öğrendiğim tek şey; manzarası olan sınıflarda camların yarısına kadar çektikleri gri boyaların ne anlam taşıdığıdır. Dış dünyaya bakarak hayal kurmak yasak! Dışarıyı izleme, bana odaklan diyor birileri.
Elimdeki anahtarla sıranın üzerine giderayak Beşiktaş arması çizmeye çalışıyorum. Zarar ziyan değil mi anasını sattığımın devletine. Hiç olmazsa şanlı Beşiktaş’ı çakayım alınlarına. O sırada sınıftan bir kız önüme süslü püslü bir defter getirip imzalamamı istiyor, mümkünse “içimden gelen” bir şeyler de karalayabilirmişim. Ne karalayabilirim? İki satır arkadaşlığınızı mı gördük bu zamana kadar? Sırf laf olsun diye türlü yapmacıklıklar, gülümseyişler, ricalar. Ben yazsam bile açıp okuyacaksınız sanki. Eminim hep atlanan sayfada yer alacak benim “içimden gelen” şeylerin yazılı olduğu yer. Alayınıza küfürler saydırsam bile on yıl sonra belki fark edersiniz. İçinizden bir kişi üniversiteyi kazansa, geride kalanların yüzüne ardına bakmaz yeminle. Hele tatil dönemlerinde memlekete geldiğinizde kimseyi beğenmezsiniz, çoğunuz üniversite anılarınızı anlatmakla bitiremez. Dinleyenler de ayran budalası gibi şaşkınlıkla bakar, birtakım hayallere meyil verir garip gibi.
Bekir’le birlikte ortaokuldan beri amatör takımların alt yapılarında forma giymek için yırtınıp durduk. Okula ve derse uzaklığımız biraz da bu yüzdendi. Üst liglerdeki takımların maçlarında top toplayıcılık yaparak yeşil sahalara ilk adımı attık atmasına ama asıl amaç o takımların birinde forma şansı bulmaktı. Yeşil sahalara ilk adımı attık dediğimse, devre arasında sahaya çıkıp birbirimize şut çekmekten ibaret. Benim kaleciliğe merakım olduğu için her topa gelişine uçuyorum. Bir keresinde dalağım yırtıldı sandım. İnşaattan düşen çimento torbası gibi bütün olarak çakıldım çimlere. Allahtan bir şey olmadı. Bizimkisi neresinden bakarsan bak umut dünyası. Olur ya birilerinin gözüne gireriz, stilimizi beğenirler, yetiştirmek için alt yapıya çağırırlar falan diye on beş dakikalık arada yapmadığımız artistlik kalmazdı. Öyle böyle derken okuldaki beden eğitimi hocamızın hatırına belediyenin gençlik takımının alt yapısında iyi kötü bir yer edindik kendimize. Gözümüzün bir şey gördüğü yok, mutluluktan uçuyoruz. Hem beden hocamızın yüzünü kara çıkarmamak, hem de elimize geçen bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirebilmek için var gücümüzle çalışıyoruz.
Teknik direktörümüz Ferhat Hoca’nın gözümüzde büyüttüğümüz kadar kaliteli biri olmadığını sonradan anlıyoruz tabii. Malzemeci Ufuk ağbi, “Sağlam ayakkabı değil bu Ferhat,” diyor, “harcatmayın kendinizi gençler. İtin bi’ tarafına sokar bu Ferhat adamı, dikkatli olun.” Yemişim Ferhat’ın fırıldaklığını, kızı Pelin bizim okulda. Maçları izlemeye bile geliyor bazen. Pelin’i ne zaman görsem içimdeki hakem ofsayt bayrağını havaya kaldırıyor. Topa eldivensiz çıkan bir kalecinin avuçları nasıl yanıyorsa yüreğim de öyle yanıyor Pelin’i gördüğümde. Bir kere gözüne görünsem şu yeşil sahalarda her şey tamam olacak aslında. Ama ne hikmetse her maç kadro dışıyız. Yemek bekleyen kediler gibi hocanın gözünün içine bakıyoruz ama hiç oralı olmuyor. “Hatır gönül işiyle olursa böyle olur işte, hata bizde hiç girmeyecektik bu takıma,” diyor Bekir. Vicdansız teknik adam… En azından son on dakika sok oyuna. Ayağımıza top değsin lan Allahsız!
Pelin’e olan ilgi ve alakam en büyük hayalimi gerçekleştirdiğim zamanlardan kaldı içimde. Okul çıkışı sıranın gözünde unutulan mevsimlik hırka gibi, dolmuşta cebinden bir liranın eksik çıkması gibi… Yarım yamalak duygular işte. Ama yeşil sahalar şahit. Kale arkası, yedek kulübesindeki sarı antrenman yeleği, seyirciyle aramızda gergin duran teller, stadın demir kapısı, dandik kaleci eldivenlerim… Hepsi şahit aşkıma, yalan yok. Boğazımdaki düğüm üç yıldır çözülmedi gitti. “Seviyorum” diyemedim doğal olarak. Geçen yıl takımdan olaylı bir şekilde ayrılınca da hepten imkânsız hale geldi. Hangi kız babasına ana avrat dümdüz giden bir futbolcunun aşkına karşılık verir ki? Önemli bir maçın son yirmi dakikası ve bizim takım yeniliyor. Kalede adam olmasa bu kadar gol yemeyiz, gerisini siz düşünün. Gittim Ferhat Hoca’nın yanına, usulünce anlattım durumu. “Çok basit goller yiyoruz hocam, izin verin ben gireyim kaleye. En azından takımın adını kurtarmış oluruz. Dördüncü golü yedik en son, ayıptır. Kalbura çevirdiler bizi.” Ben sanki böyle dememişim de başka türlü bir şey söylemişim. Açtı ağzını yumdu gözünü. Beden hocasının sülalesinden başladı benim cibilliyetime kadar dayandı. Sinirden geberiyor işine karıştığım diye. İçinde ne var ne yok döktü Ferhat Hoca. Dayanamadım, ne olacaksa olsun diyerekten ben de başladım saydırmaya, altta kalacak halim yok ya. O sırada Pelin’le göz göze geldik, tribünün önündeki tellere tutunmuş bize doğru bakıyordu. İçimdeki hakem bu sefer kırmızı kart gösterdi. Resmen oyun dışı kalmıştım, yiyorsa itiraz et bu saatten sonra.
O sene kararlaştırdığımız gibi yaptık, üniversite sınavına girmedik Bekir’le. Olmayacak duaya amin demenin bir anlamı yoktu. Zaten kimse bizden iyi ya da kötü bir sonuç beklemiyordu, özellikle de babam. Ufak tefek disiplin suçlarının muhatabı olarak okula çağırılmasının dışında eğitim hayatımı sorgulamadı hiç. Evden okula aktarmalı olarak çift vesait kullanarak gelmek zor geldi belki de. Şimdi karşısına geçip “Ben sınava girmiyorum baba,” desem ne der, pek merak etmiyorum açıkçası. Kimin umrunda olacak, orası da meçhul ya. Elimizde sınav giriş belgeleri, deniz kenarındaki kayalıklarda oturmuş biralarımızı içiyorduk Bekir’le. Ben dördüncü şişeye geçmiştim. Saatime baktım, sınav başlayalı kırk beş dakika olmuştu. Güneş, arka bahçede sigara içen öğrencileri suçüstü yakalayan müdür yardımcısı gibi kızgındı, ensemizde hissediyorduk sıcağını. “Kötü mü yaptık acaba sınava girmemekle Bekir?” diye sordum. Atmosfer beni birdenbire germişti. Bekir uzaklara dalmış tırnaklarını yiyordu, sanki kökünden söküp atmak istercesine sağ elinin başparmağını kemiriyordu. Bir süre cevap vermeden durdu, ağzındaki tırnak parçalarını yere tükürdükten sonra birasının dibinde kalan son birkaç yudumu da yuvarlayıp yüzüme baktı. “Siktir et kardeşim sen şimdi sınavı falan. Ferhat Hoca başka takıma gidiyormuş, kovulmuş diyorlar. Bazı olaylar olmuş. Malzemeci Ufuk ağbi haklı çıktı iyi mi? Ortada kaldık oğlum.”
Sanki birileri bedenime buzlu havlular doluyordu, o sıcağın altında resmen iliklerime kadar üşüyordum. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Ferhat isterse cehennemin dibine gitsin umurumda bile değil ama o giderse Pelin de gider. Pelin giderse ben ne yaparım? Takımdan ayrı düz koşu yapan bir oyuncudan ne farkım kalır şu dünyada? “Pelin hangi okulda sınava giriyor acaba? Öğrenelim Bekir ne olursun öğrenelim!” deyip fırladım kalktım yerimden. Ticaret lisesinde giriyormuş sınava. Okulun önüne vardığımda sınavı bitenler çıkıyordu, belki yarım saat beklemişimdir. Pelin ağır adımlarla kapıdan çıktı, ben de alkolün verdiği bir cesaretle kalkıp yanına doğru yaklaştım, beni fark etmemişti.
“N’aber Pelin, geçmiş olsun. Nasıl geçti sınav?”
“Teşekkürler… Fena değildi. Senin?”
“İktisat garanti gibi bir şey… Güzel geçti diyebilirim.”
Neden böyle söyledim bilmiyorum ama sağlam bir yalana ihtiyacım olduğunu hissettim o an. Belki de gözünde iyi bir yer edinirim diye düşünmüşümdür. Dediğim gibi, alkolün de etkisiyle üzerimde kontrolsüz bir cesaret vardı ve ben asıl konuya bir türlü gelememiştim.
“Senin adına sevindim. İnşallah istediğin yer olur,” dedi ve “görüşürüz” diyerek koşaradım uzaklaştı yanımdan. Az ötedeki marketin önünde dar ve yırtık kot pantolonlu, üstünde limon rengi gömlek olan bir genç elleri cebinde bekliyordu. Bizim takımın sol açığı Levent’ti bu. Sarıldılar. Levent, Pelin’in belinden kavrayıp kendisine doğru çekti, dudağına yakın bir yerden öpüp kaldırıma park ettiği arabasının kapısını açtı ve bindirdi Pelin’i, sonra da kendisi binip çalıştırdı arabayı. Onlar ağır usul uzaklaşırken kafamda bin tane “Görüşürüz” birbirine çarparak yankılanıyor ve tuzla buz olan camlar gibi başımdan aşağıya dökülüyordu. Bekir gelip elini omuzuma attı, aklısıra destek olmaya çalışacaktı anlaşılan. “Seneye aynı dershaneye mi yazılsak anasını satayım?” dedi kendinden emin bir ses tonuyla. Uzun uzun baktım Bekir’e. Aynı zamanda bir anlam da yüklemeye çalışıyordum bakışlarıma.
Bekir leş gibi bira kokuyordu. “Biz golü ilk dakikada yemişiz Bekir. Bizden bir bok olmaz artık!” dedim. Yanımızdan geçenler sınav hakkında konuşuyorlardı.