Şenlik dağıldı, rakı kaldı yalnız…
okuma süresi 4 dakikaBir gece çok sarhoş gelip eve, büyük rakıyı, çok sarhoş olmasından ve biraz da Tanrı’dan utanıp tuvalete boca etti.
Râsim’den şüphelendiğim için “sebep Tanrı mı acaba?” diye düşünüyorum. Tanrı bu işe niye karıştı anlamadım. Karakter bana aitti ve hayatının o döneminde, belki de hiçbir döneminde, yavaş yavaş zevkle hazırladığı piposundan rakıyı ayırmak gibi bir niyetim yoktu. Ne yiyeceğini ne giyeceğini düşündüm onun, acele etmeden, karakter içimde şekillenip kök salana dek düşündüm, nasıl yürür, kahvenin önünden nasıl geçer, geçerken kime nasıl bakar, elini nasıl kaldırır, utandığında nasıl eğer başını, düşünürken, piposunu yakarken neler yapar, parmakları nasıl kıvrılır sigarasını tutarken, her şeyi… Bunca ayrıntıdan sonra, kahveye gelen ve yine benim uzun uzun düşünerek yarattığım ama az sonra öldüreceğim Râsim’le konuştu. Bu ikisi konuşacak ne buldu bilmiyorum. O kadar farklılar ki. Aralarında nasıl bir diyalog geçti de eve geldi, hiçbir şey yapmadan hızlıca tuvalete döküp, koltuğa oturdu. Dönüp, bana bakmadı bile.
Râsim’i öldüreceğim artık kurtuluşu yok; yok da karısı Müjgân’ın arkadaşı… Derde ortak olan, iyi kalpli vefa bilir bir arkadaş… Müjgân ağladığı gecelerde, bir onda bulur teselliyi. Müjgân… Benim Ârif’in yâri… Ârif mi… Piposuyla ve anasonuyla Müjgân’ın sevdalısı, kahvenin önünden nasıl geçer nasıl eğer başını, ince ince düşündüğüm… Rakı masasına tütünsüz, sigarasız oturmaz. Uyumadan evvel okusun diye Müjgân’ın verdiği küçük hikâye kitabını okumadan uyumaz, ezberi olur. Bir ay çalışır, maaşının yarısını yaptırdığı bir pantolona, gömleğe feda eder; kalanını da ne kadar kaldıysa paşalar gibi yer, “eşşek gibi çalıştığım nispetince” kendi deyişiyle.
İşte bu şerefsiz Râsim ne ara Ârif’le konuştu? Şerefsiz demeyeyim adama, onu da müspet, edepli, sınırı haddi bilir biri olarak yazdım, müspet ve sıkıcı… Gece olmadan uyur, düzenli dengelidir tavırlarında, oturup kalkmasında. İyidir hoştur yok bir kötülüğü, birkaç “doğru”dur tutturmuş yaşar, yaşar ama… Ben yahu, hepsini ben yarattım! İstersem şuracıkta hepsini öldürürüm. Öldürürüm de Müjgân, saçlarını omuzlarına bırakmış Ârif’e nazire bir dubleye karar vermişken, gözyaşlarına boğulur. Müjgân’ı da öldürürüm aslında ama “Müjgân” ismine kıyamam. Çünkü bilirim “Müjgân” isminde bir kadın, az kızsa korksa da, yârine o rakı masasını kurar. Dolmayı, haydariyi, dilimlediği ekmeği, köşede patlıcanı hazırlar ve bekler; yâri gelsin, piposunu yaksın, gözlerine baksın, rakısını içsin, mahmurlaşınca da Müjgân az şekerli kahvesini yapsın. Karşılıklı az şekerli kahve… Âh Müjgân…
Ne oluyor yahu o da bir karakter! Hepinizi öldürürüm ulan! Bir çırpıda. “Müjgân” adını da ben koydum ki, ilk hata… Adlandırmayacaktım. Hikâye yazarsam bir daha, “ad” mevzuunu en son yapmalıyım. Adlandırmak; bir yürüyüşü, baş eğişi belirlemekten daha sancılı çünkü adlandırınca bir kader biçiliyor kelimeye, kelimenin kendisinin hüküm sürdüğü. Usta bir yazar olarak, tamam usta olmasam da “mış gibi” yapayım, usta bir yazar olarak devam etmeliyim. Ârif rakıya tövbe etmeden, Müjgân o masayı kurmalı ve içmeli onunla. Müjgân’sız yapamaz Ârif, o kurarsa masayı inandığı her şeyi ve kimin ne dediğini bir kenara bırakıp rakısını yudumlamaya başlar, Râsim de kim oluyor?!
Şöyle yazmalıyım:
Masada, onunla masada oturuyor olmanın şaşkınlığıyla Müjgân’ın beyaz boynuna bakarken çaktırmadan, suyu anasona döker Ârif, iki beyaz arası sarhoş… Müjgân söze başlar:
Annem; namaz kılarsam, kıldığım namazın beni, bizi, onu, dünyayı kurtaracağına inanıyor, inanıyor ki bu dünyada ve öbür dünyada… Anneler, çoğunlukla aynılar Ârif, çocukken karpuz suyunu severdim, annem üşenmez o suyu çay bardağına kardeşimle benim için eşit bir şekilde dökerdi. Karpuzun suyu bardağa mı doldurulur; o, bana “eşitlik” nedir öğrettiğini sandı eşit davranarak ama “merhamet” ne demek, öğrendim. İşte bu sebeple o neyle dünyayı kurtaracağımızı düşünüyorsa ben de oturup onunla, kurtarıyorum bazen.
Ne saçmalık! Bunlar Müjgân’ ın sözleri olamaz, daha çok bir yazarın sözleri… O rakıyı dökmeyi asla düşünmeyecek Ârif, biliyorum, kalp çarpıntısıyla Ârif’in gözlerine bakarken Müjgân.
Olsa olsa şöyle der, rakısını yudumlarken:
– Arif…
– Efendim, efendim Müjgân?
– Dolmayı beğendin mi? İçine üzüm kurusu attım istersen bundan sonra böyle yaparım.
– Sen iki tane daha koy bakalım, beğenmiş miyim bakayım.
– Ârif!
– Efendim, efendim güzelim.
– Ârif, beni ne kadar seviyorsun?