Eski günlerden esen bir anason kokusunun hatırlattıkları
okuma süresi 5 dakikaYıl 1988. Yaz sıcağının kavurduğu bir akşamüstü. Evdeyim. Her zamanki gibi atari oynuyorum. Bir çocuğun en kıymetli eşyası olan ve televizyona bağlanan bu alete “Kara kutu” diyoruz. Orijinal adını yirmili yaşlarımda öğrendiğim, içinde yüzlerce oyun bulunan fakat sadece birkaç tanesi oynanabilir olan zaman öldürme makinesi. Kısa, metal şalterleri var dört tane. Ben ekseriyetle ikisini kullanıyorum. Biri açıp kapamak, diğeri oyun seçmek için. Oyun seçmek için olanı aşağı indiriyorsun, oyunlar yukarıdan aşağı hızla akıp gidiyor ekranda. İstediğin oyuna gelince şalteri yukarı kaldırman gerekiyor ama hızlı olman lazım. Kaçırırsan bir tur daha bekliyorsun. Ekran hızla akıyor. Saatler de böyle aksa keşke diyorum. Çünkü vakit geçmiyor. Can sıkıntısı, çocuk olmanın alâmet-i farikası ne de olsa. Sokağa çıkayım diyorum fakat arkadaşlarım bisikletleriyle başka mahalleleri keşfetmeye gittiğinden sokağa çıksam da yalnız kalacağımı ve bunun evde oturmaktan bir farkı olmayacağını biliyorum.
Mahallede tam manasıyla bir bisiklet furyası yaşanıyor. Pinokyo ve Beldesan’lar gözde. BMX ise lüks. Toplu olarak bisiklet gezilerine çıkılıyor. Geri döndüklerini korna ve zil seslerinden anlıyorum. Balkona çıkıp resmi geçit izler gibi izliyorum bu rengârenk bisikletli ve coşkulu çocukları. Benim bisikletim olmadığı için bu gruba katılamıyorum. Bazıları beni görüp el sallıyor, zil çalıyor. Onlar gidince içeri girip kara kutunun başına oturuyorum yine. Babam işten gelene kadar oynuyorum. Babam gelince, televizyon atari oynamak için değil asıl işlevine uygun olarak haber, film vb. izlemek için kullanılıyor. Akşam babam, Hüseyin Dayı ile birlikte geliyor. Hüseyin Dayı babamın dayısı. Hava, kararmaya henüz meyletmişken balkona sofra kuruluyor. Oturduğumuz mahallede bütün evler müstakil. Bahçe sulayan atletli amcalar ellerinde hortumlarla her akşam olduğu gibi vazife başında. Havadaki mis gibi hanımeli kokusu burnumuza, Ağustos böceklerinin vardiyası ise kulaklarımıza iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlıyor. Babam bahçemizdeki ağaçtan erik topluyor. Her şey tastamam olunca en son rakı geliyor sofraya. Ehlikeyif adamlar ne de olsa.
Hayat bazen, zamanın akışını yavaşlatabilme, içinde bulunulan anın güzelliklerinin farkına varabilme imkânı verir insana. Eski yazların akşamüstlerinde, yeni kesilmiş rayihalı bir kavunun, teneke kapağı çatırdayarak açılan rakıdan etrafa yayılan anason kokusunun, taş plaktan ince ince kulaklarımıza çalınan bir şarkının hoş bir esintiyle balkona ve yüzlerimize getirdiği ferahlık gibi. Vakit, hayatın bitmeyen hengâmesinden bir an olsun sıyrılıp soluklanma vaktidir artık. Çünkü insanın yaşadığını anlaması için ara sıra yavaşlaması gerekir. Zira, önünden hızla geçmekle değil, yavaşlayıp seyretmekle farkına varılabilir güzel manzaraların.
Hüseyin Dayı, benimle şakalaşıyor, karneyi falan soruyor. Konu dönüp dolaşıp futbola geliyor. Kendisi eski futbolcu. Karagümrük’te, Fenerbahçe’de oynamış vakti zamanında. Annesi yasaklamış futbol oynamasını, hakkımı helal etmem demiş. O da bırakmış mecburen. Bana “Beşiktaş’ı bırak Karagümrüklü ol” diyor. “Hayır” diyorum. Ne yaptıysa, ne söylediyse kabul ettiremiyor. Babamdan tüyoyu almış olacak ki “Bizim orada bir bisikletçi var görmen lazım, şahane bisikletler var” diyor. Sabah suyunda yemi gören balık gibi atlıyorum hemen “BMX’de var mı?”. “Olmaz mı? Âlâsı var hem de! Alayım mı sana oradan bir bisiklet?”. Çok istediğim halde alalım diyemiyorum çabucak. Öyle öğretilmiş çünkü, tok gözlü olmak öğütlenmiş hep. Babama bakıyorum. Babam “Oğlum dayın bir şey sordu cevap versene” diyor gülerek. Sonra Hüseyin Dayıya dönüp “Olur” diyorum. Ama sesimdeki heyecan bunu aslında ne kadar çok istediğimi belli ediyor. Hüseyin Dayı babama göz kırpıyor ve bana dönüyor “Ama bir şartım var, Beşiktaş’ı bırakıp Karagümrük’ü tutacaksın” diyor. Bir süre düşünüyorum. Mahallede bisikletle cirit atarken hayal ediyorum kendimi. Çocuk esnekliğime ve bisiklet hayalinin cazibesine kapılıyorum. “Tamam, ne zaman alıyoruz bisikleti?” diye soruyorum. “O zaman kağıt kalem al da gel yanıma, anlaşalım!” diyor. Şaşırıyorum elbet, “Kâğıt kalemle ne yapacağız ki?” diyorum. “Al sen al” diyor. Alıp geliyorum koşarak. “Yaz bakalım. Ben Koray Dokuman. Bugünden itibaren Beşiktaş’ı bırakıp Karagümrük’ü tutacağıma ve hayatım boyunca Karagümrüklü kalacağıma söz veriyorum”. Söylediklerini harfiyen yazıyorum. Tarih yazdırıp imzalatıyor bir de. Rakısından bir yudum alarak keyifle katlayıp gömleğinin üst cebine koyuyor kâğıdı. “Bekle, birkaç gün sonra alacağım bisikleti” diyor. İki ay bekliyorum bisiklet gelmiyor.
Yine sıradan bir akşam yine yemek vakti. Balkonda masayı hazırlıyor annem. Babamla bir şeyler konuşuyorlar gizliden, anlamıyorum. Balkondan salona doğru bakınca televizyonu görüyorum. Kimsenin seyrettiği yok, annemin deyişiyle kendi kendine oynuyor. Sesi neredeyse duyulamayacak kadar az geliyor balkona. Bir ara Turgut Özal beliriyor ekranda, bir şeyler söylüyor. Sonra ülkemizin yeni tanıştığı çeşitli ürünlere dair reklamlar arz-ı endam ediyor. Serbest piyasa ekonomisiyle değişmeye başlayan yaşam standartları, evlerimizin içinde bizi karşı koyamayacağımız bir dünyaya davet ediyor! Çocuk aklım bunları kestiremiyor tabii. Ben Lavaş Giri’nin gülen ineği ile, Arkadaşım Fanta’nın Donald Duck’ını seviyorum. Derken babam geliyor balkona elinde boş bir rakı şişesiyle. “Oğlum bakkala git bana bir ufak rakı al, al bu şişeyi de yanına İsmail abine söyle büyük rakıdan buna bölsün” diyor. Şişeyi alıp kapıya çıktığımda bembeyaz bir BMX karşılıyor beni. Bir süre öylece bakıyorum bisiklete. Şimdiye kadar gördüğüm en yeni bisiklet bu. Selesi naylonla kaplı, gidonu, metal aksamı pırıl pırıl parlıyor. Gözümü alamıyorum üstünden. Öyle bir şaşkınlık ki, babam “Bunu sana aldım oğlum” diyene kadar bu güzelliğin benim olduğuna inanamıyorum sanki. Şaşkınlığım geçince atlıyorum bisiklete, uça uça gidiyorum bakkala. İçimde tarifsiz bir mutluluk, koynumda boş bir rakı şişesi…