Ağustosböcekleri ve anneanne
okuma süresi 3 dakikaŞimdi bu yazı nereden çıktı derseniz, uyuyamamanın hemen berisinden, açık pencereden odaya sızan ağustosböcekleri cırıltısından derim, diyeceğim. Saat 03.03
Ben…..düşünüyorum, uyuyamıyorum.
Az önce o sesi duydum. Ağustosböceği cırıltısını. Tabii bu öyle kolay olmadı. Birtakım sesleri duyabilmek için öncelikle onlara kulak verebilmeyi bilmek gerek. Bunu yapacak takatim olmadığını yapamadığım her şeyden biliyordum. İşte öyle bir haldeyim. Bir yaşlı sarmanın yaşam hızıyla yaşıyorum günleri epeydir. Sarman halinden memnun, ben değilim. Neyse, bu başka bir mevzu, inceden inceye o sese dönmeliyim. Ne diyordum… Sesten önce, rüzgâra dikkat kesildim, o kadar ferah bir esinti vurdu ki, tepkilenmemek imkânsızdı. Sonra, esinti aldı götürdü, yatağımdan çıktım, gecede buldum kendimi. Sesler. Ah sesler. Bazen ne güzeller…
Ağustosböcekleri cırıldıyor. Hâlâ temmuz. Serin bir temmuz. Bilmediğim, kestiremediğim bir temmuz.
Proustvari bir eylemle başka bir temmuza gittim. Yıl ya 94 ya 95. Bunu iyi hatırlayamıyorum. Ama temmuzdan eminim. Acıbadem’de teyze evindeyim. Çocukluğumun çoğu o evde geçti. Bunu söylemesem eksik olacak. İşte çocukluğumun çoğunun geçtiği o evdeyim. Bakkal Sokak, Ümit Apt. Daire… Ondan pek emin değilim 4 yahut 5. Üst üste başka görüntüleri bindirmişim. O rakam net değil. Neyse, çok mühim mi ki sanki. Anlatımı illa neden dayanağa sıkıştırmaya çabalıyorum ki. Vazgeçmeli bundan. İkinci bir neyse… Evde anne baba yok. Neredeler, hatırlanmıyor. Anneanne var. Mavi gözlü, Maçkalı kadın. Dünya tatlısı, huysuz, inatçı. Ara sıra torunları korkutuyor. Gözkapaklarına bir şey yapıyor, kıpkırmızı gözlerle bakıyor etrafa. O gözkapakları öyle kolay da inmiyor yerine. İşte çocuk aklı, tüm torunlar korkuyor bundan. Yalnız, yalnız bana yapmıyor. Korkmadığımın da bilincinde. Bu kızın, diyor, göz akı fazla, siz korkun bundan… Anlıyorum ki göz akı insan değerlendirmede bir kriter. İyice yazıyorum zihnime. Ne diyordum, o gece, o temmuz gecesi. Anneanne beni salona yer yatağına yatırıyor. Yıkamış, tertemiz giydirmiş. Altımda beyaz paçalı donu. Balkon kapısını açıyor. Ve o ses. Cırıltı. Adını, cismini bilmiyorum. Cırılcırıl. Bitmiyor. Ritim tutuyorum, sayıyorum, olmuyor. Pes etmiyorum ama uyuyakalıyorum.
Sonra sabah ezanına kalkan anneannenin sesiyle uyanıyorum. Yarı karanlık. O ses var mı yok mu şimdi bunu seçemiyorum. Belirgin olan ses kargaların sesi. Onları biliyor, tanımlıyorum, hatta korkuyorum. Anneanne az şaşkın, n’oldu, diyor. Sarılıyorum, soruyorum. ağustosböceği, diyor… Çok huzurluydu, diyorum.
Az önceki an da öyleydi. Unuttuğum gibi huzurluydu. Anneannem çok uzun zamandır yok. Ölüsünü ilk gören bendim. Sonra bir kez de mezarını gördüm. Şimdi, yirmi beş yaşında bir kadınım. Yaşlanmaya çalışıyorum. Dedim ya, galiba… Epey acılı.
Bu hikâyede çıkaramadığım bir yer var, mühim ki mühim. Kafamı epey kurcalayacak. Acaba Maçkalı anneannem ‘ağustosböceği’ni nasıl telaffuz etti? Ses hafızada galiba kalamıyor. Ya da çok nadir. Bilemediğim şeylere bunu da ekliyorum. Hâlâ ağustosböceklerinin cismini bilmiyorum. Seslerinden tanıyorum onları. Sahi bir cisimleri var mı ki?