Pamuk: “Kar” için yeni baskıya sonsöz…
okuma süresi 21 dakikaKar’ı önceki romanlarıma, özellikle Kara Kitap ve Benim Adım Kırmızı’ya kıyasla çok fazla zorlanmadan, neredeyse kalemimin ucuna geldiği gibi, üç yıldan kısa bir sürede yazdım. Siyasetin ve hayatın tuhaflığını gösteren bir romanı yazmayı gençlik yıllarımdan beri düşlüyordum. Yirmili yaşlarımın sonuna doğru, İstanbul’da yarı anarşist gençler arasında geçen, siyasi bir yanı olan bir romanın yarısından çoğunu yazmış olmama rağmen, 1980 askerî darbesinden sonra yayımlayamayacağımı anlayıp bırakmıştım.
Türkiye’de siyasetin son yüzyılda belirleyici gücü askerî darbeler hakkında da o sıralarda düşünmeye başladım, herhalde. Ama 1980’lerde utangaçça da olsa askerler hakkında herhangi bir şey yazmak, hapse girmeyi göze almadıysanız imkânsızdı. Siyasal roman yazmak da siyasi kültür hakkında rahatça, samimiyetle konuşmak da zordu. Bu işleri, siyaseti seven cesur insanlara bıraktığım, deneysel romanlar yazmayı planladığım için bu durumu kendime çok da fazla dert etmiyordum.
1979’da İran Şahı’nın devrilmesi ve Ayetullah Humeyni’nin iktidara gelmesinden sonra dünyada “siyasal İslam” diye bilinen hareketin Türkiye’de de güçlenmesini bir romanda hikâye etmek istedim. Aslında yıllardır hep düşündüğüm gibi Türkiye’deki bütün siyasal hareketler, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği, zayıflamakta olan sol hareketler, laik askerler, genel olarak da siyasal dünyanın “tuhaflığı” hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Hikâyeyi kaba hatlarıyla yıllarca kafamda kurarak geliştirdim. Aşırı kar yağışı yüzünden Türkiye’nin geri kalanından kopan küçük bir kasaba hayal ediyordum. Bu yoksul, ücra yeri Türkiye’nin bir çeşit siyasi minyatürü haline getirecektim. Hikâyemin ilerlemesi, hayal gücümün çalışması için böyle bir kente gidip orada, otel odasında da olsa biraz yaşamam gerektiğine böyle karar verdim.
Benim Adım Kırmızı’nın yayımlandığı günlerde, Türkiye’nin büyük gazetelerinden Sabah’ın genel yayın yönetmeni, onlar için bir şeyler yazmamı istedi benden. Ona, Kara Kitap’ın kahramanı Celal gibi sürekli köşe yazısı yazamayacağımı söyledim. Ama Kars şehrine gidip yaklaşmakta olan belediye seçimlerinden önce bir röportaj yapabilirdim. Editöre aslında Kars’ta geçen bir roman yazmayı düşündüğümü dürüstçe söyledim. Ama önce Kars hakkında bir röportaj da yapabilirdim. Şehre daha önceden bir kere, yirmi beş yıl önce gelmiştim ve eskiliği ve tuhaf havası aklımdan hiç çıkmamıştı. Acaba Sabah gazetesinin yerel muhabiri, ben oraya gidince bana yardım edebilir, beni vali, emniyet müdürü gibi şehrin önde gelenleriyle tanıştırabilir miydi? Sabah bana bir de basın kartı verirse işim çok kolaylaşmış olacaktı.
Kars’ta vali ve emniyet müdürü gibi kişilerle tanışmayı, şehri tanımak kadar sokaklarında tutuklanmamak için de istiyordum. Doğu Anadolu’da gittikçe artan bir güçle varlıkları hissedilen Kürt gerillaları yüzünden, ücra kentlere gelen her tuhaf yabancı –1990’larda– şüpheli bir kişiydi ve Türkiye’nin gizli servisleri mutlaka böyle birini gözaltına alır, sorgudan geçirir, bunu yaparken de biraz hırpalar, işkence ederlerdi. Nitekim Kars’a ilk gidişimin son günlerinde, bir sabah elimde ilk video aletlerinden biriyle şehrin sokaklarında dalgın dalgın film çekip gezinirken, içinden eli silahlı adamlar çıkan bir polis aracına beni bir anda attılar. “Gazeteciyim, valiyi, emniyet müdürünü tanıyorum, onlarla röportaj yaptım, Kars hakkında bir yazı yazıyorum” diyerek polisleri yatıştırmıştım.
Kars’ta ilk üç dört günde yaşadıklarım Ka’nın ilk iki günde yaşadıklarına çok benzer. İki yüz satan küçük yerel gazeteleri ta 1890’larda Almanya’da yapılmış kurşun dizgi makinelerini, horoz dövüştürenlerin toplandığı derneği ya da işi protokole bindirerek beni sırayla davet eden siyasi partilerin yerel şubelerini, Ka gibi tek tek gördüm. Şehre karlı-sisli Erzurum yolundan otobüsle ilk girişim de aynen Ka’nın gelişi gibi oldu. Özellikle ilk gelişimde peşimde sürekli sivil polisler vardı, ayrıca üniformalı polisler de arada bir durdurup nereye gittiğimi soruyorlardı – iyi niyetle, yardım etmek için! Biraz arkadaşlık kurduğum küçük gazetelerden birinin sahibi, beni takip eden polislerin kendi aralarındaki telsiz konuşmalarını elindeki özel telsizle dinler, bu yüzden gün boyunca benim nerede olduğumu hep bilir, bunu da benden saklamazdı. Kitaplardan, edebiyattan konuşmak için benimle akşam meyhaneye gelenlerden biri ise, gizli servisler tarafından “benimle çok fazla görüştüğü” için uyarılmıştı. Bu yüzden edebiyat konuşmak için meyhaneye gitmeden önce benim otelimin dışında başka bir yerde buluşurduk.
Kötülük ile iyiliğin rastlantısal ve gelişigüzel bir şekilde, yan yana gelişini gözlemek bende tuhaf bir şefkat uyandırır, gördüğüm her şeyi romanıma koyabileceğimi karlı Kars sokaklarında gezinirken düşünürdüm. Yavaş yavaş şehirde dostlar ediniyordum. İstanbul’dan gelmiş bir romancıyla arkadaşlık etmek isteyen, kitap-gazete okuyan ve okudukları hakkında konuşmak isteyen ve taşra sıkıntısından fazla da söz etmeyen insanlar. Bazıları romandaki ikincil kahramanlara örnek oldu. Bazıları pek çok Türk aydını gibi, akşamları beni yemeğe çağırır, siyasi konuları açar, gençliğimde sık sık olduğu gibi, memleket hakkında, siyaset hakkında yanlış düşüncelere sahip olduğum için beni eleştirirlerdi. Yanlış anlaşılmasın. Her zaman olduğu gibi, beni yeterince radikal olmadığım için eleştirirler, ben de tıpkı gençliğimde olduğu gibi bu insanlarla aynı düşüncede olmadığım için tuhaf bir suçluluk duyardım. Kar yoğun bir suçluluk duygusuyla doludur, ama kaynağı bu mudur, çıkaramadım.
Şehre geldiğimin ertesi günü pek çok bakımdan romandaki televizyon istasyonuna benzeyen bir yere götürdüler beni ve canlı yayında haberlere çıkardılar. Bütün Kars’ın seyrettiği bu programda, şehrimize ta İstanbul’dan gelen ünlü bir genç yazarın şehrin dertlerini büyük bir gazetede yayımlanacak bir yazıda anlatacağını söylediler. Karslılar, ben onlarla karşılaşırsam, kapılarını çalar, dükkânlarına uğrarsam dertlerini, sıkıntılarını anlatırlarsa, ben de onları yazıma koyardım. Böylece bütün Türkiye Kars’ın sorunlarını öğrenir ve devlet belki Kars’ta bir fabrika açar ya da Kars’ta kömür fiyatlarına bir indirim yapardı.
Bu canlı yayın sayesinde Karslılar özellikle ilk gidişimde onlara mikrofonu tuttuğum zaman çaresizliklerini, öfkelerini, hayallerini içtenlikle anlattılar. Bazan bu dertler, şikâyetler o kadar yoğun ve boğucu olurdu ki, dayanamaz, koşa koşa otel odasına gider, başucumda anti-depresif bir ilaç gibi sakladığım, başka diyarlara, mutlu insanlara ilişkin bir romanı “her şeyi unutmak için” okurdum. Bir süre sonra bütün bu şikâyetlerden, sokaklarda yürüyüp artık hepsi beni tanımaya başlayan gülümser dostlardan ve çatık kaşlı şüphecilerden yorulur, İstanbul’a dönerdim. Kars’taki yolsuzluk, rezalet, haksızlık hikâyelerini bana cömertçe anlatan iyi niyetli dostlarım beni uğurlarlarken bir de öğüt verirler, yazımda Kars hakkında sakın kötü hiçbir şey yazmamamı söylerlerdi bana. Romancılığın hem gerçeği söylemek hem de insanlarda çok güzel, hoş şeyler söylüyormuş izlenimi uyandırmak olduğunu böylece bir kere daha anlardım.
İstanbul’da dostlarıma Kars’ta çektiğim fotoğrafları, video filmleri gösterir, yaptığım röportajları onlara dinletmeye çalışırdım. Pek çok romanıma başlamadan önce olduğu gibi, gene kafamdaki iki ayrı hikâye birbiriyle sihirle birleşerek, romandakine benzer yeni bir hikâye oluşturmuştu. Bu hikâyeyi artık sokak sokak, dükkân dükkân tanıdığım kente yerleştirirken büyük bir haz duyuyordum. Kars’ta işittiğim, tanık olduğum hikâyeler, hayatın gerçek ayrıntıları, eşyalar, renkler romana girdikçe, bir romanı zevkle yazarken bazan hissettiğim gibi, hayatta her şeyi eğlenceli kılarak romana yerleştirmenin sihirli bir formülünü bulduğumu sanırdım. Bu duygu uzun çabalar sonucu, ama bir rastlantıyla bir keşif yapmış bilim adamının heyecanına benzer. İstanbul’da, yanımda bavul dolusu getirdiğim Kars gazetelerini, şehir hakkında kitapları, emekli öğretmenlerin Kars hatıralarını okuyarak romanımı yazarken Kars’a yeniden gitmek için bir özlem duyardım. İstanbul’dayken bazan Kars Sürücüler Derneği’nin bastırdığı şehir haritasını açar, henüz ayak basamadığım uzak mahalleler hakkında hayaller kurardım. Derneğin haritasını iyi incelemiş, bellibaşlı bütün caddelerin sokaklarını, isimlerini ezberlemiştim. Kars’a yeniden gidip, oradaki tanıdıklarla buluştuğumda ya da şehir sokaklarında amaçsızca gezinirken istikamet sormak için bu sokak adlarını her kullanışımda, şehirde yaşayanların bu resmî adları çok fazla bilmediklerini, bilseler bile aralarında istikamet belirlemek için bambaşka bir dil kullandıklarını görmüştüm. Benim dediğim gibi “Faik Bey Caddesi’yle Atatürk Caddesi’nin köşesi” değil, “Hüseyin’in dükkânının karşısı…” diyordu Karslılar kendi aralarında bir yeri tarif ederlerken. Ama ben romandaki yerleri, Karslıların usulünü değil, Sürücüler Derneği’nin Batılılaşmış –resmî– dilini kullanarak yazdım.
Bu basit seçim, kitabımın temel ikilemini de ortaya koyar. Karslıların âleminden söz ederken onların kendi dilleri ve kelimeleriyle mi konuşmalıydım, yoksa bazan okurların anlayacağı bir dile mi dönmeliydim? Dil derken yalnız kelime seçimini değil, üslubu, düşünce biçimini, ayrıntıların anlaşılabilirliğini de kastediyorum. Bu romanı hayal gücümle her iki üslubun, dilin dışında, bir üçüncü bakış açısını, üslubu arayarak yazdım.
Uzunca bir aradan sonra İstanbul’dan Kars’a her gelişimde şu iki duyguyu birlikte yaşardım: İstanbul’da romanı yazarken aylar boyunca kafamda kurduğum yarı gerçeküstücü yarı masalsı bir hayal olan bu yerin gerçek olduğunu heyecanla görmek… Bu duyguyu ilk başlarda çok hissederdim. Sonraki günlerde ise şehrin romana girmesi gereken, hatta romanla uyuşmayan yanlarını keşfetmek beni heyecanlandırırdı. Bir yandan da hızla güçlenen, sesini yükselten ve çeşitlenen Türkiye’deki muhafazakâr (ya da İslamcı, siyasal İslamcı, şeriatçı vs. Onlara verilen adlar sürekli değişiyordu) hareketin dergilerini, gazetelerini merakla okuyordum. Başörtüsü yüzünden üniversiteye alınmayan kızların yazdığı öfkeli kitaplarda, siyasal İslamcı propaganda risalelerinde, yarı çıplak gezen bir kadınken örtünüp İslam’a dönen göbek dansözünün eğlenceli hatıralarında roman için pek çok ayrıntı bulurdum.
Kars’a gidişlerimde romanımı yanıma almazdım. Çünkü Kars’ta beni yakından takip ettiklerini saklamayan gizli servislerin, ben şehirde gezerken mutlaka otel odama girip defterlerimi, yazılarımı okuduğuna inanıyordum. (Arkadaşlarıma her zaman dediğim gibi, evet, ben biraz paranoyak olabilirdim, ama bu takip edilmediğim anlamına –hele Kars’ta– hiç gelmezdi!) Bu tedirginlikler, kitabı yazarken hissettiğim her şeyi söylemek arzusuna ve toplumun temellerini yapan sırrı ortaya dökmek fantezilerine uyuyordu. Gizlenmek hayalleri ile meydanın tam ortasına çıkmak fantezileri, düşünce özgürlüğünün sınırlı olduğu yerlerde yazarların ruhunu kemirir. Aslında el yazımı okuyup, yazmakta olduğum romanı anlayacak kişinin ortalığı karıştırıcı bulacağı fazla bir şey yoktu kitabımda. Ama her yazarın bildiği gibi, bitmemiş bir kitabı yabancı ellerin karıştırması ihtimali de beni aşırı huzursuz ederdi. Kars’a yazdığım romanın el yazmasını hiç getirmememin bir başka nedeni ise, Kars’ta iken romanı yazarsam kitabın sırrını, gizli formülünü –benim bile tam bilincinde olmak istemediğim o esrarlı şeyi– kaybedeceğim yanılsamasıydı.
Öte yandan Kars sokakları da bende hiç durmamacasına yazma isteği uyandırıyordu. Bu isteği yatıştırmak için, gün boyunca Birlik Kıraathanesi gibi şehrin önde gelen kahvehanelerinden birine gider, sürekli yanımda taşıdığım bir deftere notlar alır, bir çeşit Kars hatıra defteri tutardım. Her gün Kars’ın çeşitli kahvehanelerine gidip bir şeyler yazmam, zaten küçük olan şehirdeki “yazar” ünümü artırmıştı. Kahvehanede bir köşede sessizce yazdığımı görenlerden biri bazan masama gelir, Kars hakkında bilmem gereken bir acı gerçeği daha röportaj yazıma koymam için bana anlatırdı. Ama yıllar boyunca şehre gidip-gelip bir röportaj yazısını hâlâ bitirememiş olmam, gazeteciliğim konusunda şüpheler uyandırmıştı. Bir arkadaşım, ben kahvehanenin bir köşesinde defterlerime bir şeyler yazarken bir masada iki kişinin benden söz ettiğini fark edip kulak vermiş:
“Adam üç yıl gitti geldi, hâlâ bir gazete yazısını bitiremedi. İnsan üç yılda roman yazar yahu!”
2001 yazının sonunda kitabı tam bitirmek üzereydim ki, New York’tan ikiz kulelere saldırının korkunç haberi geldi. Bütün dünya basını Usame bin Ladin’den söz ediyordu. Bir yıl önce bir Türk gazeteci arkadaşım, Türk gizli servislerindeki tanıdıklarından duyduğu bir haberi böyle bir romanı yazdığımı bildiği için bana cömertçe aktarmış, Usame bin Ladin’in Türkiye’ye eski Sovyet imparatorluğunun yoksul ülkelerinden gelip çalışan “hayat kadınlarına” siyasi propaganda amaçlı suikastler planladığını söylemişti. Bir söylenti olarak romana koyduğum bu ayrıntıdaki bin Ladin’in adını kitabımdan çıkardım ki, kimse 11 Eylül’den etkilenip bu romanı yazdığımı düşünmesin.
İki ay sonra yayıncıma telefon ettim ve üç senedir üzerinde çalıştığım romanı en sonunda bitirdiğimi söyledim. 1980’deki askerî darbeden sonra yarıda bıraktığım gençlik romanım, hayatımın iki yılının boşa gitmesi gibi bir sonuç vermişti. Şimdi aynı kaybı bir kere daha yaşamak istemiyordum. Acaba romanımı yayımlanmadan önce okuyup sakıncalı yerleri konusunda beni uyaracak bir avukat bulabilir miydik?
“Orhan, belki de abartıyorsun!” dedi İletişim Yayınları’nın yöneticisi, arkadaşım Barış Kartal 2001 yılı Aralık’ında. “Türkiye artık eski Türkiye değil. Avrupa Birliği ile görüşmelere oturmak üzereyiz; düşünce özgürlüğü anlayışı gelişiyor. Ayrıca sen de dünyaca meşhur yazarımızsın. Kolay dokunamazlar sana. Bence bir şey olmaz.”
“Peki,” dedim, metni yayınevine yolladım.
İki hafta sonra yayınevinden beni gene aradılar: “Orhancığım, romanını okuduk, çok beğendik. Yalnız biraz endişelendik. Yayımlanmadan önce bir avukata göstermek için iznini istiyoruz.”
Daha sonra pek çok siyasi davada beni savunacak olan Haluk İnanıcı ile böylece tanıştık. Haluk kitaplarımın korsan baskılarını yapıp satan hilebazlara karşı da yayıneviyle birlikte amansızca savaşıyordu. Siyasi nedenlerle ordudan ayrılmıştı, eski askerdi, bir edebiyatsever ve romancı olduğu için çok anlayışlıydı. Hikâyedeki bir iki küçük ayrıntıyı siyasi nedenlerle değil, askerî gerçekliğe uymadığı için düzeltmemi önerdi bana. Sonra da bir iki küçük siyasi düzeltme yaptık. Mesela 35. Bölüm’de siyasal İslamcı Lacivert’in söylediği “Bu ülkede adı bir gün bayrak olabilecek dinî önderlerin cesetleri askerî bir uçağa konur ve belirsiz bir yerden denize atılıverir” cümlesindeki “askerî” kelimesini onun önerisiyle çıkardım.
Bu örnekle de, dostların anlattığı eğlenceli hikâyelerden, muhalif gazetelerin yazdıklarından, gençlik yıllarımdan beri zaten bildiğim bir gerçeği şimdi de kendim yaşıyordum: O zamanki Türkiye’deki hukuk anlayışına göre (çok da fazla değişmedi aslında) bir metinde suç unsuru, metnin ruhundan, özünden değil, tek tek cümlelerden çıkardı. (Son Osmanlı padişahlarından despotluğuyla ünlü Abdülhamit zamanında, yüz yıl önce suç unsurları boya, burun, sakal gibi sayısız yasak kelimeydi.) Savcılar, bir romandaki Marksist, İslamcı ya da Kürt milliyetçisi militanın sözlerinden dolayı o kahramanı yaratan ve aynı fikirde olmayan yazarı suçlayabilir, hâkimler de aleyhte karar verebilirler, kitap toplatılabilir, hatta yazar –yeterince ünlü değilse– hapse bile atılabilirdi.
Yayınevindeki arkadaşlarım kimsenin beni hapse atmayacağına inanıyorlardı. Bunları aramızda toplanıp konuşuyorduk. Ama bir dava açılabilir, mahkemelik olabilirdim. Bu dava boyunca, bir tedbir olarak –dava sonuçlanmadan önce okurlar zehirlenmesin diye– savcı kitabı toplattırabilirdi. Yayınevi romanın ilk baskısını yüz bin yapmayı düşündüğü için bizi en çok bu ihtimal endişelendiriyordu. Toplatılan kitaplar ancak üç beş yıl sonra, beraat kararı alınmışsa ve okunmayacak bir şekilde yıpranmış olarak geri verilirdi. Kitabı yayımlamak için bankalardan borç alan yayınevi hiç şüphesiz bu durumda iflas eder, suçlu da ben olurdum.
Böylece yayıncım basılmış ama henüz dağıtılmamış kitapları, yayınevinin her zamanki merkezinde ve deposunda değil, kimsenin bilmediği gizli bir yerde saklamaya karar verdi. Kitap toplatma kararı çıktığı zamanlarda –askerî darbeler sırasında çok olurdu– yayınevine gelen polislerle hepimizin tecrübesi vardı. (Bir keresinde çeviri bir kitap toplatılırken ben de oradaydım ve duruma üzülen mahcup polislerin eşlerine –istek üzerine– kendi romanlarımı imzalamıştım.) Kitaplar uzak bir yere saklanırsa polisler onları bulup hepsini toplayamaz, böyle durumlarda pek çok kereler olduğu gibi, kitapçılar da yasaklanmış kitabı el altından satarlar, yayınevi de zarar etmezdi.
Bir başka önlem ise, savcıların dikkatini çekmemek için romanın “siyasal” yanını değil, diğer yanlarını öne çıkararak tanıtmaktı. Yayınevi reklamlarda böyle yaptı, ben de yaptığım röportajlarda, çıktığım televizyon programlarında Kar’ın daha çok bir “aşk” romanı olduğunu söyledim. Kar’ın siyaseti daha derin bir şeyi araştırmak için bir malzeme olarak kullandığına içtenlikle inanıyordum, ama bu röportajlardaki “aman kötü bir şey olmasın” duygusu, konuşma zevkimi kısıtlıyordu. Siyaset dediğimiz şey hakkında, demokrasisi kısıtlı, baskıcı, yasaklayıcı bir toplumda hâkim olan, küçümseyici, aşağılayıcı görüşler, Flaubert’ci modernist ahlakın da etkisiyle beni huzursuz ediyordu: Siyasi yanı olan bir roman yazmakla sanki bir ucuzluğa tenezzül etmişim gibi hissediyordum kendimi. Bu suçluluk duygusuna, yayınevinin kitabı tanıtmak için yaptığı reklam kampanyasına diğer yazarların tepkisi de eşlik etti ve her yeni kitabım çıktığı zaman Türkiye’de olduğu gibi, derinden derine gene yanlış bir şey yapmış olduğum izlenimine kapıldım.
Ama bir süre geçince, kitabın toplatılmadığını, bir dava konusu olmayacağını görüp rahatladık, korkularımızın abartılı olduğuna karar verdik. Kitap bir siyasi takımın hedefi olmadı. Savcılardan önce kitapları okuyup savcılara mektuplar yazan muhbir vatandaşlar ya da muhbirlerin işini gören köşe yazarları kitapla uğraşmadılar. Edebiyat dünyası, kitabın çok satması, yayınevinin yaptığı reklamın fazlalığı gibi şeylerle ilgilendi daha çok. Bunlar her zamanki hafif dertlerimizdi.
Türkiye’de roman okurlarının çoğunu oluşturan, dindar olmayan, Batılılaşmış kadın okurlar, başörtüsü taktığı için üniversiteye alınmayan kadınların anlaşılabilir dertleriyle ilgilendiğim için huzursuz oldular. Orta ve yukarı sınıf Batılılaşmış tanıdıklardan, aile dostlarından, “Orhan bu dincilere niye anlayış gösteriyor!” diye sitemkâr ifadeler işittim o günlerde. Roman sanatının en temel ve en güçlü yanının, bizim gibi düşünmeyenlerin, bizim gibi yaşamayanların âlemini de dürüstçe anlamak, en azından anlamaya çalışmak olduğunu, böylece yaşayarak hissettim. Romancı, okurlarının bilmek, anlamak istemediği, hatta tehlikeli bir düşman olarak gördüğü “öteki”nin insanlığını da ortaya koymalıdır.
Bir başka tepki de, televizyonlardaki tartışma programlarında binlerce kere konuşulmuş, herkesin bildiği ve bu yüzden sıkılıp usandığı bir konuyu –başörtüsü konusunu– ele almış olmamdı. Okurlar benden Benim Adım Kırmızı gibi, onları tarihe, başka âlemlere götürecek ya da Kara Kitap gibi, hayal gücümün esrarlı şeyleri ima edeceği bir şeyler bekliyorlardı; Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi konuları herkesi bıktırmıştı. Bu okurların bir kısmı askerî darbelerin acımasızlığından, askerlerin şüpheli gördüklerine yaptığı işkencelerden söz ettiğim için tedirgin oldular ve bunu bana hissettirdiler. Bir yandan “modern, uygar ve Avrupai” olmak isteyen, bir yandan da Türkiye’de laikliğin demokrasi dışı baskılarla, askerî darbelerle, sopa zoruyla sağlanabileceğine içtenlikle inanan bu kesimlerin ikilemleri, zaten Ka’nın ikilemleri olarak romanın içindeydi.
Ama bütün bu eleştirilerin dostane olduğunu söylemeliyim; hiçbiri şikâyet ya da temenni düzeyini aşmadı. Birkaç yıl sonra, Osmanlı Ermenilerinin yok edilmesi konusunda söylediklerim yüzünden başta Hürriyet olmak üzere merkezdeki büyük gazetelerin düzenleyeceği Avrupa Birliği’ne karşı aşırı milliyetçi nefret kampanyaları yüzünden hakkımda Türklüğe hakaret davaları açıldığı sıralarda, Türkiye’de barınmam gittikçe zorlaşırken, Kar’a yöneltilen bu ilk ılımlı eleştirileri bir çeşit nostaljiyle hatırlayacaktım.
Kitaplarımı çok daha az okuyan muhafazakâr ve İslamcı kesim tarafından ise daha basit ve küçümseyici bir tepki aldım. Nişantaşılı burjuva Ka ve onun arkadaşı Orhan, Türkiye’nin en yoksul yörelerindeki inançlı Müslümanları zaten hiç anlayamazlardı. Çok sık gösterilen bir örnek Lacivert’ti. Roman bu kahramanın “İslamcı” olduğunu ileri sürüyordu, oysa hiçbir Müslüman, bir kadınla evlilik dışı bir ilişki kurmazdı. Ayrıca Lacivert’in hem “İslamcı” olduğunu söylüyordum hem de onun siyaset için adam öldürdüğünü anlatıyordum. Oysa herkesin bildiği gibi, gerçek Müslümanlar siyaset için asla adam öldürmezlerdi vs. vs.
Gene de İslamcı kesimin askerlerden çektiklerinden söz ettiğim için ben insani bir iş yaptığımı düşünüyordum. Ama romanımın Türkiye’deki siyasi panoramayı, laik askerî darbecilerle Müslüman muhafazakârlar arasındaki çatışmayı ya da Türk milliyetçileriyle Kürt milliyetçileri arasındaki gerginlikleri ya da sol hareketin zayıflığını ve çaresizliğini anlatırken, kahredici temsil sorunlarıyla eleştirilebileceğini hissediyordum. Romanımı, siyasi yorumcular, Ka’nın ya da Ka ile İpek’in hikâyesi olarak değil, siyasi akımların temsili ve eleştirisi olarak okudular. Romanın yayımlandığı günlerde siyasi bir takım ile kendini özdeşleştiren herkes “Bizler öyle değiliz ki!” diyordu bana. Siyasetten söz açan bir roman, tasvir ettiği tarafların hiçbiri tarafından bütünüyle doğru bulunmamalıdır, diye düşünüyorum şimdi. Romandan amaç yalnız kendimizi anlatmak değil, dünyaya bizim gibi olmayanların gözünden de bakabilmekse, siyasi bir romanda kimin haklı kimin haksız, kimin kötü kimin iyi, neyin ahlaki neyin de ahlaksızca olduğu kolay belli olmamalıdır.
Kitabın kalbinde yatan bu belirsizliğin başka dillere yapılan çevirilerde de bazı okurları huzursuz ettiğini gördüm. Siyasi roman denilince, okurlar iyiyle kötünün, haklıyla haksızın açık bir şekilde birbirinden ayrıldığı bir âlem görmek istiyorlar. Ama aslında siyasi romanda işin püf noktası; kimin ahlaki olarak haklı, hangi kahramanın karakteri daha iyi ya da hangi ideolojinin doğru olduğu değil, bütün bu soruların sorulduğu ortamın renkleri, şiddeti ve dokusudur. Romanın ele aldığı siyasi sorunların güncelliği, bu dokunun hemen fark edilmesine engel olabilir diye düşündüm hep. Bu yüzden de siyasi romanın tadına varmak için, yazıldığı ortamın sıcak sorunlarıyla araya uzaklık koymak gerekir… Öte yandan, bu sıcak sorunları yaşarken, onları güvendiğimiz bir romancının penceresinden görme isteği de romanda siyaseti cazip kılar. Bu, siyasal romanın bir çelişkisidir.
Bence siyasal romanın temel ikilemi ise, romanların insanları anlamak ile onlar hakkında ahlaki yargı verme gücü arasındaki çelişkisinde yatar. Sorun darbeci bir generalin ya da İslamcı bir teröristin ne kadar kötü bir insan olduğunu göstermek midir, yoksa onların neden öyle olduklarını anlamak mıdır? Bana göre romanlar, insanlar hakkında ahlaki yargılar vermek için değil, onları anlamak için yazılır.
Kar’ın karşılaştığı çeşit çeşit anlayışsızlıklar içinde kalbimi en çok kıranlar Kars’tan gelen tepkiler oldu. Gide gele tanıdığım ve içten bir sevgi duyduğum Kars halkına –kitabı okumayanlara, hiç kitap okumayanlara– beni ve romanı yanlış tanıttılar. Türkiye’de ya da demokrasisi kısıtlı Batı-dışı ülkelerin çoğunda hoşa gitmeyen sözleri bastırmanın, yazarları susturmanın, şevkini kırmanın en yaygın yolları da bu çeşit yalan kampanyalarıdır. Herkes, çoğu zaman dostlarımız, tanıdıklarımız bile, şaşırtıcı bir şekilde bu kampanyalarda söylenenlere, sırf gazetelerde, radyolarda tekrarlandığı için bir süre inanır.
Önce, eskiden Maocu iken aşırı milliyetçiliğe geçen küçük bir siyasi partinin taraftarları, kitap yayımlanır yayımlanmaz Kars’ta bir basın toplantısı düzenleyip, romanı kara bir torbaya koyup bana geri yolladılar. Bu, kitaplarımın yakılmasına, davalar açılmasına yol açacak kampanyaların ilk habercisiydi. Suçum, bir zamanlar Kars’ta Ermenilerin de yaşadığından, bu milli sırdan söz etmiş olmamdı. Karslıların hepsi bu milli sırrı bildikleri için endişe yaratan şey, Kars dışında yaşayanların da bu sırdan haberdar olmasıydı. Buna benzer bir endişe de, Kars’ın dertlerinden söz ederken, yer yer saygısız, alaycı ya da acımasız bir dil kullanmış olmamdı. Bu endişeye hak vermesem de, onu anlayabilirdim. Çünkü kendim de yabancı gazetecilerin İstanbul hakkında alaycı, acımasız bir dil kullanmasından –gözlemlerine hak versem de– huzursuz olabilirdim. Karslılardan en çok işittiğim eleştiri ise, o yıllarda Kars’ta o kadar çok sayıda başörtülü kız olmamasıydı. Başörtüsü, komşu Erzurum şehrinde, intiharcı kızlar ise güneydeki Batman’da bir siyasi sembol olarak daha çok öne çıkmıştı. Karslılar bu gözlemlerinde haklıydılar biraz. Ama ben de Kars’ı Türkiye’nin küçük siyasi bir minyatürü olarak hayal etmek istiyordum.
Kitap yayımlandıktan sonra Kars’a hiç gitmedim. Belki de bu tür tartışmalara yeniden hiç girmek istemediğim için. Roman, insan hakları, demokrasi, Kürtler, Ermeniler, düşünce özgürlüğü vs. konularında iyi niyetle bir şeyler yapmak isteyen insancıl derneklerin, kurumların Kars’la ilgilenmelerine yol açtı. Kars’ta geçen filmler çekildi, şehirde konferanslar düzenlendi. İstanbul’dan tanıdığım pek çok gazeteci, romanın çevirmenlerinin bazıları şehre gidip geldiler ve bana Kars’taki tanıdıklardan haberler getirdiler. Beni en mutlu eden şey, roman sayesinde şehre yerli yabancı pek çok turistin gitmesi, şehre gezilerin düzenlenmesi, hatta Turizm Müdürlüğü’nün romandaki yerleri, olayları gösteren bir harita bastırmasıdır.
Romanı hiç okumamış, zaten hiç roman okumamış Karslıların kitap hakkındaki, benim hakkımdaki olumlu, olumsuz sözlerini yıllar boyunca her işittiğimde, tıpkı onlar gibi ben de, “Ama bu ben değilim” demek istedim, ama rüyalarda olduğu gibi, sesim çıksa bile, bunun çok da bir şeyi değiştirmeyeceğini de hissettim. Bu duygu, kimliğimizin, kişiliğimizin elimizden çıkıp başka bir şeye dönüşmesi, yalnız benim değil, arkadaşım Ka’nın Kars sokaklarında gezinirken hissettiklerine de çok benziyor.