Kaç almışsın?
okuma süresi 8 dakika“Koş oğlum koş! Korkma sönmez başlamış!” diye bağırarak fırladı çıktı erkekler tuvaletinden Mesut. Ben de o telaşla arkasından… “Müdür ağzımıza sıçacak!” diye de ekledi koşarken. Bütün tüylerim ayağa kalkmıştı, donuma kadar terlemiştim. Üstüne bir de bu gerginlik. Sırf Mesut kıza açılacak diye dersten sonra erkekler tuvaletinde yarım saat saç yapmaya kalmıştım. Limon ve suyla saçının önünü Tenten’e benzetmeye çalışmıştık, dedesinden aşırdığı hacı yağını da bir güzel orasına burasına sürmüştü. “Yurt dışından geldi oğlum bu koku, boru mu? O yüzden böyle küçük şişeye koymuşlar. Değerli bir şey yani, az bulunur cinsten.” diyerek bir üst sınıftaki Rüstem’e hava atmaya çalışmıştı da “Deden seni yemiş oğlum, ucuzluk pazarında koliyle satılıyor bunlardan.” çıkışıyla Rüstem tarafından bir güzel bozulmuştu. Ama hâlâ ısrarla kokunun kalitesiyle hava atıp duruyordu.
Giriş kapısından çıkar çıkmaz “hazır ol” vaziyetinde İstiklal Marşı söyleyen Mithat Paşa İlköğretim Okulu öğrencileriyle göz göze gelmiştim. Gür sesle söylüyorlardı, en ön sırada olanlar sırf öğretmenlerinin gözüne girebilmek için soluksuz bağırıyordu. Yanakları kıpkırmızı olmuştu çocukların. Sanki savaşa gidiyorlar. Marşı duyar duymaz herkes gibi ben de hazır ol vaziyeti aldım. “Kıçınızdan arı bile soksa marşı duyduğunuz yerde çakı gibi olacaksınız!” diye tembihlemişti Ali hoca. Sıkıyorsa kıpırda, nereye kıpırdıyorsun? O vaziyette kaldığım için biraz da olsa gururlanmıştım, ne yalan söyleyeyim. Öğretmenlerimin benim için “Helal olsun çocuğa, soluksuz marş söylüyor, bravo!” dediklerini düşünüyordum. Mesut benim gibi yapmamıştı, koşarak sıraya girmişti. Tanıdığım en kural tanımaz adam.
Marş bitti, herkes sağa sola saçılarak koşuşmaya başladı. Okulun bahçesinden çıkabilmek için birbirlerini eziyorlardı. Ben de tam gitmek için hareket etmiştim ki Ali hocanın bana seslendiğini duydum. “Kesin tebrik edecek!” diye düşünürken arkasında kenetlediği ellerini yanına yaklaştığım zaman çözdü ve sağlı sollu girişmeye başladı. “İstiklal Marşı’na geç gelinmeyeceğini bilmiyor musunuz lan it herifler!” Bütün okulun önünde rezil kepaze olmuştum. Cevap veremedim, ağlamaya başlamıştım. “Yürü git, yaş gözünüzde hemen hazır!” diyerek itti beni Ali hoca. “Orospu çocuğu” diye fısıldadım koşarak uzaklaşırken, inşallah duymamıştır.
Sevgi Büfe’nin önünde beklerken buldum Mesut’u. Postu kurtarmış yaban çakallarından farkı yoktu. Aptalca gülümsüyordu.
“Ne gülüyorsun lan açıkta bir şey mi gördün?”
“Oğlum sen ne salak bir adamsın. Niye dikildin orda?”
“Keyfimden!”
Gönlümü almak için sosisli ısmarladı Mesut. Ben de gevşekliğinin üstünde fazla durmadım zaten. Kızın okuluna doğru yürümeye başladık. Kızı övdükçe övüyor, durmadan aşkından geberdiğini söylüyordu. Söyledikleri bana pek inandırıcı gelmese de yalnız bırakmadım Mesut’u. Sonuçta yıllardır arkadaşlık ediyoruz. Sağ olsun çok kavgama geldi, kaypaklık etmez ama biraz huyu cıvıktır. Olacak olmayacak her şeye salça olup boş konuşmayı sever. Ama âşık olmuş, yapacak bir şey yok. Yanında olacağız. Kızı bu hafta ayarlaması lazımmış. Annesi babası hafta sonu evde olmayacakmış, kız eve gelmeyi kabul ederse belki bir şeyler olabilirmiş.
“Diyelim kız teklifini kabul etti. Hadi eve de geldi. Ne yapacaksın lan?”
“Orasını karıştırma.”
“Bu işler öyle dalga geçmeye benzemez oğlum. Akıllı ol azıcık.”
“Siktir lan göt. Senden mi öğreneceğiz bu işleri?”
“Benden söylemesi. Ağbisi falan varsa keserler seni haberin olsun.”
“Kolaydı…”
Yürümeye devam ettik. Sinirlerim bozulmuştu. Sonuçta bizim de kız kardeşimiz var, böyle işler yanlış. Tamam seversin, arkadaş da olursun ama eve çağırıp “bir şeyler olabilir” demek ne demek! “Çıktı lan çıktı, tut şunları ben hemen geliyorum.” deyip köşe lastiklerine blok flüt sıkıştırdığı klasörünü elime tutuşturup koşmaya başladı. Kıza arkasından dokunup durdurunca ben de belediyenin betondan yaptığı saksılardan birine oturdum. Bir yandan da onlara bakıyordum. Bizimki hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Sanki memleket meselesi anasını satayım. Tamamen yapmacık hareketler. Ama kızın pek umursadığı söylenemezdi. Saçıyla oynuyor, yere bakıyor, omzundan kayan çantasını düzeltiyordu. O sırada okuldan çıkan ufak tefek bir tip yanlarına yaklaştı, kaşla göz arasında birbirlerine girdiler. Klasörün köşesine sıkıştırılmış blok flütü kaptığım gibi koşmaya başladım. “Seni onun bunun evladı!” diyerek giriştim ufaklığa. Ben vurdukça Mesut daha çok iştaha geliyordu. Teke tek olsa kesin dayağı yerdi ama ben yanındayken biraz zordu. Babamla halıda güreşmenin ekmeğini yiyordum. Herkes bize bakıyordu. Okulun hademesi elinde kürekle bizi kovalayana kadar vurmaya devam ettik. Mesut acayip korkmuştu, “Kolu kırıldı galiba çocuğun, küt diye ses geldi.”
Pazartesi günü Mesut ilk derse gelmedi. Hasta olmadığı sürece devamsızlık yapmazdı normalde. Ders sevdalısı değildi ama okuldaki makaraya bayılırdı. Dersten çıkıp kantine giderken müdür yardımcısının odasının önünde beklerken gördüm. Elinde klasör, duvardaki fotoğraflara bakıyordu.
“Ne oldu?”
“Geç kağıdı alacağım, hocayı bekliyorum.”
“Neden gelmedin ilk derse?”
“Anlatırım. Sen kantinde bekle beni.”
Mesut neden ilk derse girmediğini ve dün dövdüğümüz çocuğun kim olduğunu bir bir anlattı. Meğer durduk yere başımıza iş almışız da haberimiz yokmuş. Dövdüğümüz çocuğun babası polismiş. İstese anında aldırabilirmiş bizi okuldan. Yine aynı şeyler olmuştu… Bütün tüylerim ayağa kalktı, terlemeye başladım. O sırada zil çaldı. İşin yoksa iki saat üst üste matematik dinle. Biz sınıfa girdikten hemen sonra hoca geldi, sandalyesine kuruldu, sınıf başkanından tahtayı silmesini istedi. Yazılıları okuduğunu, biraz sonra açıklayacağını, notların hiç iç açıcı olmadığını söyledi gözlüklerinin üstünden bakarak. Anamız babamız bizleri boşuna mı okula gönderiyormuş, azıcık çalışsak ne olurmuş, matematik önemli bir dersmiş… Bir yığın nasihat. Hem sevmiyorum hem kafam basmıyor. Gerçek olan bu.
Matematik yazılısından sıfır beş almıştım. Adını soyadını doğru düzgün yazabilen herkesin alabileceği en yüksek not… Asıl mesele bunu evdekilere anlatabilmekte. Ama bu ikinci yazılı, üçüncüye biraz çalışırsam, hocayla da konuşmayı becerebilirsem belki beni geçirirdi. Neden olmasındı. Sessiz sakin dersime girip çıkıyordum sonuçta. O sırada sınıfın kapısı vuruldu. Ceketi üstüne bir beden büyük, önü sıkıca iliklenmiş, boynunda “nöbetçi öğrenci” yazısı asılı, bol sivilceli bir çocuk beni ve Mesut’u müdürün çağırdığını söyledi. Matematik hocası dersten öğrenci alınmasına sinir oluyordu, “Hadi hadi, fazla oyalanmadan gidip gelin.” diyerek gönderdi bizi. “Niye çağırmış bizi müdür bey?” diye sordum nöbetçiye. “Bilmiyorum.” dedi soğuk bir tavırla. İnsan birazcık yardımcı olur, hepimiz öğrenciyiz şurada. Havanı sevsinler, sanki cumhurbaşkanına danışmanlık ediyor. Müdürün odasına yaklaştığımızda önümüzü ilikledik, birbirimizin kravatını düzelttik. Kapıyı vurup içeriye girdiğimizde dövdüğümüz çocukla göz göze geldim, yanında polis üniforması olan bir adamla birlikte çay içiyorlardı. Sağ kolu bileğinden dirseğine kadar alçıdaydı.
“Gelin bakalım gelin… Evladım, bunlar mıydı seni döven çocuklar?”
“Evet, bunlardı öğretmenim.”
“Oğlum sizin derdiniz ne? Şimdi bu arkadaşınız sizden şikâyetçi olsa ne yapacaksınız?”
Kilitlenip kalmıştık. Ne diyebilirdik ki? “Kız peşine gittik, bu çocuk bize diklendi biz de gaza gelip bir güzel dövdük” mü diyecektik? Bütün tüylerim ayağa kalkmıştı, terlemeye başlamıştım. Çocuğun babası polis, müdür de zaten gıcığı kapmıştı. Evdekiler matematik notunu ve kavga meselesini duyduklarında kim bilir nasıl haşlayacaklardı beni. Babam anlamaya çalışırdı belki. Ama annemin bana verdiği emekler üzerinden atacağı nutuk şimdiden ağzıma sıçıp bırakmıştı. Müdür bağıra bağıra bir şeyler söylüyor, arada bir favorimizden çekip ensemize tokat patlatıyordu. Amacı çocuğun ve babasının önünde bizi rezil etmekti besbelli. Dudaklarımı kemiriyordum, gözlerim dolmuştu, kulaklarım alev alev yanıyordu. Bütün sesler megafondan çıkıyordu sanki, beynimde yankılanıyordu. Sonrasını hatırlamıyorum. Bayılmışım. Ambulans çağırıp acile kaldırmışlar. Uyandığımda müşahade odasında bir sedyenin üzerinde yatıyordum, serum bağlamışlardı. Ağır bir kolonya kokusu vardı. Önlüğümü çıkarmışlar, atletimin yakaları ıslanmıştı. Annemle göz göze geldik, saçımı okşayıp alnımdan öptü. Arkasından da babam girdi içeriye. Kolonya kokusunu sigara kokusu bastırmıştı. Anlaşılan siniri geçmişti, ne zaman çok sigara içse siniri dinerdi babamın. İçim ferahlamıştı biraz, gelip baş ucuma oturdu.
“Nasıl dövdün lan çocuğu, anlat bakalım?”
“Flütle.”
“İyi… Dayak yemediysen sıkıntı yok.”
“Yok baba dayak yemedim, hallettik. Babasını getirmiş okula.”
“Tanıyorum babasını.”
“Nerden?”
“Siyasi Şube…”
Siyasi Şube… Babam ne zaman arkadaşlarıyla bizim evde toplansa eskilerden konuşulurdu. Rakılar içilir, türküler söylenir, anılar tazelenirdi. “Siyasi Şube” lafına aşinalığım oradandır. Ama hiç sormadım, kafam zaten basmazdı. Serumum bitince taburcu ettiler. Eve geldiğimizde annem oturma odasındaki çekyata idareten yatacak yer hazırladı. Sağ olsun Mesut yanımdan hiç ayrılmadı, eve gelirken yolda şakalar, gülüşmeler… Kızın çıktığı olduğunu öğrenmiş, fazla üstünde durmaya gerek yokmuş artık. Müdürden dayak yediğimizle kalmıştık. Ben çekyata uzandım, Mesut baş ucumdaki sandalyeye oturdu. Birkaç el atari oynadık, annemin dilimlediği elmalardan yedik. Akşama doğru Mesut gitti. İçimdeki korku neredeyse geçmişti. Bir ferahlık gelmişti sanki. O sırada annem gelip baş ucuma oturdu. “Matematik yazılısı okunmuş.” dedi, “Kaç almışsın?”
Tüylerim ayağa kalkmıştı, terlemeye başlamıştım.
İzafi dergisinin 10. sayısında (Mayıs-Haziran) yayınlanmıştır.