Tanrı ‘kraliçe’yi korusun!
okuma süresi 4 dakikaBaşkasını bilmem tabii ama rock, müziklerin şahıdır bana göre. Çünkü içinde her türden bir şeyler bulundurur, ötesinde her türden bir şeyler koymaya elverişli bir formdur. Aslında bir form mudur onu bile tartışabiliriz. Zira başarılı, kalıcı rock gruplarının, müzisyenlerinin genelde kendi formlarını, tarzlarını yaratabilmiş olanlar olduğunu rahat rahat söyleyebiliriz. AIDS olduğunu açıkladıktan iki gün sonra, 24 Kasım 1991’de zatürreye bağlı bağışıklık yetersizliğinden hayatını kaybeden Freddie Mercury de rock dünyasının gelmiş geçmiş en başarılı, en görkemli müzisyenlerindendi şüphesiz.
1946’da Tanzanya’nın Zanzibar kentinde doğan ancak çocukluğu ve ilk gençliği İngiliz hükümeti adına muhasebecilik yapan babasının işi gereği taşındıkları Hindistan’da geçiren küçük Freddie, ailesinin İran’a dayanan kökenleri de düşünüldüğünde bir yanıyla gayet Asyalı’ydı. (Nitekim bunun etkisi daha sonra müziğinde ve hayatında her zaman görülecektir) Mistik Hint müziği, sitar nameleri, ‘en çok kayda alınan şarkıcı’ unvanıyla rekorlar kitabında yer edinen ‘Bollywood’ müzisyeni Lata Mangeskar’ın sesi, Asya’nın ‘mütevekkil sesssizliği’ Freddie’nin kulağına yapıştı kaldı.
Bildiğimiz Faruk!
Aile Zanzibar’a dönüp, ülkede yaşanan karışıklıklar nedeniyle 1964’de İngiltere’ye göçtüğünde 18 yaşında bir gençti doğum adıyla ‘Farok Bulsara’. Farok (bildiğimiz Faruk!), daha Hindistan’dayken Freddie’ye bırakmıştı yerini. Bulsara’nın Mercury’ye dönüşmesi içinse ‘Ealing College of Art’tan sanat ve grafik dizayn diplomasını alıncaya kadar zaman geçmesi gerekecekti. Dişlekliği, ‘kavruk’ hali, bozuk aksanı yüzünden İngiltere’de bir yabancı gibi görülmesi, alay konusu olması genç adamın ruhunda epey fırtına yarattı. Biraz da kendini koruma güdüsüyle belki, başkalarından daha üstün olacağı, ‘şov’ kılıfıyla istediği gibi hareket edebileceği müziğe daha da saplandı. Ne de olsa sahne, başkalarıyla arasına bir mesafe koyabileceği, bir tür dokunulmazlık edinebileceği bir alandı.
Gittikçe salgın haline gelen rock’n roll hastalığından kendisini kurtaramayan Freddie, soyadını ‘Mercury’ye dönüştürüp, 1969’da ‘Ibex’i kurdu. Ancak bu grup çok uzun ömürlü olmadı. Daha sonra ‘Wreckage’ ve ‘Sour Milk Sea’ ile müzik yapan Mercury’nin gözü esas olarak, grupları ‘Smile’la belli bir çevrede dikkat çeken gitarist Brian May ve baterist Roger Taylor’la birlikte bir şeyler yapmaktaydı. May ve Taylor’daki potansiyel, kişilikleri tam da Mercury’nin kafasındaki şaşalı rock grubunu oluşturmak için biçilmiş kaftandı.
Tarihin ilk video klibi
Smile’ın da dağılmasıyla muradına erer Mercury ve May ve Taylor’la birlikte 1970 Nisan’ında -diğerleri biraz mesefeli yaklaşsa da- Freddie’nin bastırmasıyla ‘Queen’ adını koydukları grubu kurarlar: “Kraliçe… Evet, gayliğe bir çağrışım yapıyor ama sadece bu değil, çok daha haşmetli bir isim bu”. 1971’de John Deacon’ın gruba katılmasıyla ‘kare as’ tamamlanmış olur.
Sonrasını uzun uzun anlatmak gereksiz. Karşımızda albümleri tüm dünyada 300 milyondan fazla satmış, İngiltere müzik listelerinde Beatles’tan, Elvis Presley’den çok daha fazla yer almış, müzik tarihinin ilk video klibini çekmiş, konserlerine milyonlarca insan gelmiş, sayısız ödül almış bir grup var. ‘Bohemian Rhapsody’ gibi bir ‘müzikal hakikati’ kenara koysak bile kimi kıyıda köşede kalmış, kimi hakettiği yeri bulmuş onlarca parça…
Queen sadece blues’tan funky’ye, operadan caza, folktan klasiğe türlü çeşitli müzikal formları bir araya getirip özgünleştirmesiyle çok iyi bir grup değildir. Başka hiçbir grupta rastlanmayacak armonik yapıların, komplike melodilerin, güçlü sözlerin, müzikal yaratıcılığın zekayla birleşimi olduğundan da çok önemlidir. Her bir elemanı enstrümanlarında bir numara olacak kadar iyi olduğu için ‘şık’tır. Tüm elemanlarının yaptıkları birden fazla şarkıyla listelere girebilmiş tek grup olması da ayrı bir özelliğidir Queen’in ama Freddie’nin grubu ‘sürükleyici’ rolü tartışmasızdır: Büyük yeteneği, geniş oktavlı sesi, abartılı sahne şovları, muzipliği ve saklamadığı eşcinselliği, bunun üzerinden kamuoyuyla giriştiği polemikler… Onu ‘sahne dışında’ tanıyanların söylediklerine bakılırsa aslında son derece çekingen, insanlara kuşkuyla yaklaşan, içe dönük, sosyalleşme sorunları olan birisiyken sahnede bir ‘canavar’a dönüşmesi onun gerçek hayatla sahne arasına bir perde çektiğinin göstergesidir sanki.
Bazı insanlar, uzun ya da kısa, öyle bir hayat sürerler ki ölümlerinden sonra geride kalan parıltı göz kamaştırmaya devam eder; sanki hiç ölmemiş, oralarda bir yerlerde hep duruyormuş hissi uyandırırlar ya, ‘Yaşasaydı şimdi ne yapardı?’ sorusu zaten daha ziyade böyleleri için kullanılır. İşte tam da öyle biri Freddie Mercury… Ölümünün üzerinden geçen bunca zaman sonra bile cevabın içeriğini de az çok biliyoruz üstelik: Her türlü çılgınlıkla birlikte illa ki insana esaslı müziğin nasıl olabileceğine dair fikir veren şarkılar… Her durumda büyük bir teşekkürü fazlasıyla hak ediyor yani.