Olmadı…
okuma süresi 5 dakikaArayamadım kimseyi. Bir elimde şişe, bir elimde telefon öylece kalakaldım. O sırada oğlan seslendi içerden, “süüüt” diye. Kocaman oldu hala gece kalkıp süt içmekten vazgeçiremedim. Gönülsüzce kalktım yerimden, yalnızlık en çok bu zamanlarda koyuyor bana. Hiçbir şey yapmak gelmezken içimden, bir şeyler yapmak zorunda olduğumda… O zaman kızıyorum kendime, kendimi bu kadar yalnızlaştırdığım için.
Çıkardım sütü, cezveye doldurdum, ılıttım, gittim oğlana verdim. O iştahla içerken ona baktım, olur bazen böyle, sevdalı gibi bakarım, “bakma” emri gelene kadar, onu izlerken ruhum temizlenir, o an tüm dünyayı sevebilir, herkesi affedebilirmişim gibi gelir. Sütünü bitirir bitirmez, dönüp poposunu uyuduğunda bir süre daha bekledim orada, mıhlanmış gibi.
Aklıma geldi yine, gitmiyor zaten de şimdi acıtarak, pişmanlıkla, aynı sahneler bir bir sıralanıyor zihnimde. Üç yaşındaydı daha, nasıl bu kadar sorumsuzca, nasıl bu kadar kontrolsüzce davranabilmiştim? İnsan bir kere “güven”i kaybedince her şeyi yapabiliyormuş, her şey önemini yitiriyor, olsa da olur olmasa da olur, ne önemi var ki, bugün var yarın yok zaten diyormuş. İnsan bir kere güvenmemeye başladığında, bir oğulun gözlerinde hayalkırıklığı olmayı bile göze alabiliyormuş. Daha fazla düşünmeye gücüm yetmedi, hele de şimdi bir şey kaybetmiş ama ne olduğunu bilemez, bir şeyi bir yerlerde unutmuş ama neresi olduğunu hatırlayamazken.
Geri döndüm mutfağa, kendime de süt doldurdum, rakı şişesini de dolaba kaldırdım, belli ki bugün içemeyecektim. Telefonu karıştırmaya başladım. Ozan’ın ismi gelince, dayanamadım bir mesaj attım. Ne zaman böyle derde kedere boğulsam ona mesaj atarım. Ama dertten kederden bahsetmek için değil, zaten o omzunda ağlayabileceğin insanlardan değildir, bunu öğreneli çok oldu. O eğlenmek için gelmiş bu dünyaya. Anlamaz öyle acıdan. Hiç mi canı yanmamış bu dünyada merak da ederim ama onu bile soramam. Havada kalır sorularım, sesim duyulmaz. Sesimi duyurmaya çalıştıkça yanımdakinin beni duymayı bırak görmediğini kabul etmekse içime oturur karanlık, pis bir kurum gibi. Hep içelimgüzelleşelim, oturmayamıgeldikburaya, koygitsin, vurpatlasınçaloynasın havalarında cıvık, bir oynaş, bir kevaşe rolleriyle mesajlar atarım ben de. İlk mesajı yazması zor olur da sonra o da havasındaysa, cevap atmaya lütfetmişe ohh değmeyin keyfimize. Bir oyun gibi. Oynarken iyi de sonra… O anlık bir ilaç, kısa süreli, uçup gidici… Ötesi yine baş ağrısı, yine mide bulantısı.
Bekledim bir on dakika kadar, cevap gelmedi. Bu on dakika içinde cevap yazmamışsa daha da yazmaz zaten. Demek ki oynayacak başka oyunlar buldu. İçimden bir küfür savurdum. Zaten hayatımda bir kere sesli küfür edebildim, onda da gözümden şimşek çıkartan tokadı yemem gecikmedi. O tokadın sızısı, bir de ahizenin alelacele kapanırken çıkarttığı o ses gitmiyor yıllardır aklımdan.
Son sınıftaydım, babamdan ayrılmaya dayanamayacağımı bildiğimden Ankara dışında bir yerde okumaya cesaret edememiştim, ev-okul-aile rutinliğinde yaşıyor, akşamları salonda, babamın yanı başındaki koltuğa oturup okulda öğrendiğim yeni yeni laflarla -konjonktür, son tahlilde, artı değer- büyük büyük cümleler kuruyordum, ilkokul çocukları gibi. Babam bıyık altından gülüp daha sade, çokça basit, küçük küçük cümlelerle beni köşeye sıkıştırdığında, “yapma be baba ya, sen de amma kıt bakıyorsun olaya” diye bilmişlik taslıyordum. Bu atışmalarımız, nihayetinde benim mutfağa yollanıp yaptığım çok şekerli Türk kahvesiyle son buluyor, o haberlerine bense okuyup anlayıp çıkardığım sonuçları yazmak üzere deste deste makale okumaya odama dönüyordum.
Okul çok sıkıcıydı, okumak için doğru bölümü seçebilmiş o mutlu azınlıktan olamamıştım. O gün yine çokça sıkılmış, erkenden eve kaçmıştım, evde birilerini bulabileceğimi düşünmemiş olmalıyım ki zile basmayıp kendi anahtarlarımla açmıştım kapıyı. İçeriye girdiğimde uyuyan birini uyandırmaktan korkar gibi sessiz olmaya çalıştığımı fark ettim, insan bir şeylerin normal gitmediğini hissediyormuş meğer. Anlamsız, kesik kesik sesleri duyduğumda zihnim bunları birleştirmeyi reddetse de bedenim zihnimin kontrolünü kaybetmiş salona doğru götürmüştü beni. Babam oradaydı, kahramanım… Beni fark etmesiyle yanakları ve kulakları kırmızı, kıpkırmızı kanla doldu ve çattt! Aklımdan çıkmayacak o ses.
Kimsenin bir şey söylemesine gerek yoktu. Susulursa unutulurdu, unutulursa hiç yaşanmamış sayılırdı. Hem babam tam bir sorun çözücüydü. Elbet bu durumdan da kurtulmanın bir yolunu bulurdu. Ama ben duramadım. Savurdum en kallavisinden bir küfürü. O da hiç sektirmeden ve bekletmeden yapıştırdı tokadını. Ben küfür etmeseydim, o tokat atmasaydı olmazdı. Ben küfretmeseydim yıllarca kendimi suçlamak için sebepler arayacaktım, o tokat atmasaydı kendinin suçlu olduğunu kabul etmiş olacaktı.
Oğlumun gözünden bir hayalkırıklığı olup düştüğümde o küçücüktü bende kaldı, babamın bir kahraman olmadığını anladığımda ise ben 21 yaşındaydım, kapıyı vurup çıkabildim. Dönmedim bir daha babaevine, okul bitince o gri şehirden de ayrıldım. Memleketten telefon geldiğinde kimsenin bir şey söylemesine gerek olmamıştı bu yüzden. İnsan kabul etmek istemese de seziyor bir şeyleri…