Tek Şekerli
okuma süresi 9 dakikaAkşamdan kalma bayat çay gibi dibe çökmüştüm. Papatyam Çay Bahçesi’nin güneşten solmuş plastik masa ve sandalyelerinin birinde öylece, boş boş oturuyordum. Cebimde on beş lira param ya vardı ya yoktu. İşsizdim, evlatlıktan reddedilmiştim ve yarım saat önce söylediğim çay hala gelmemişti. Mevsim pılını prıtını toplamış gidiyordu, evi terk eden sevgiliye benziyordu daha çok. Yaz günü iğne atsan yere düşmez parkta kimsecikler kalmamıştı. Koca ağaçlar sanki insansızlıktan yaprak döküyordu. Garsonun umursamaz tavrının üstüne Mithat’ın ödemeli çağrı bırakması canımı iyiden iyiye sıkmıştı. Her insan gibi borç verecek olmanın iç sıkıntısını yaşıyordu besbelli. Çaresiz geri aradım. Biraz gecikeceğini, ‘’duruma göre’’ yarın görüşebileceğimizi falan söyledi yarım ağız. Anlaşılan vazgeçmişti. Fazla uzatmadan kapattım telefonu. Söylediğim çayın gelmemiş olmasına ister istemez sevinerek kalktım solgun sandalyenin sıcağından. Birilerinden borç para almam gerekiyordu. Kimi düşündüysem içim gitmedi, verseler bile arkamdan türlü laflar ederler diye düşündüm. Nerden geldiyse artık, Sıçan İsmet geldi aklıma. Acaba dedim, gitsem… İsteyenin bir yüzü kara demişler nasıl olsa. Battı balık yan gider anasını satayım.
Sıçan İsmet liseyi bitirir bitirmez hayata atılmış, rahmetli babasının teknesiyle balıkçılık yapmaya başlamıştı. Tuttuğu balığı manavlara ve seyyarlara veriyor, bazen de kendi tezgâhından gelene geçene okutuyordu. Zerre ticaret bilgisi olmadığı için hem en ucuzu hem de en tazesi onda bulunuyordu balığın. Bir altmış beş boyuyla ve zımpara gıcırtısını andıran sesiyle mahallenin çocuklarına öğütler veriyor, kendince uyarılarda bulunarak ağabeylik taslıyordu. İlk başlarda İsmet’in avareliğe meyilli bir delifişek olabileceğini düşünmüştüm, yalan yok. Ama zaman içerisinde onun da bizim gibi dümdüz bir genç olduğunu anlamıştım. Avarelik falan yoktu, katıksız mallık vardı. Sıçan İsmet benim gözümde palavracının önde gideniydi. Bire bin katar, kendi yalanına inanırdı. Özünde iyi denilen insanlar vardır ya, işte onlardandı. Varsa bir zararı, o da kendineydi. Çocukken, yakaladığı sıçanları kuyruklarından iple ağaca asar, sonra da sapanla tek tek öldürürdü. ‘’Askerde komanda olmam şart!’’ derdi hep. Sıçanlığı oradan geliyordu, askerliğini de bahriyeli olarak yapmıştı Gölcük’te.
Teknenin yanına yaklaştığımda Sinan Özen’den Vicdansızlar çalıyordu her zaman olduğu gibi. Sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına dikkatliydi. Karmakarışık ağları evirip çeviriyor, oradan oraya ilmekler geçirirken çalan şarkıya eşlik etmeyi de ihmal etmiyordu. Sözlerin çoğunu yanlış söylediğinden habersiz klip tadında çalışıyordu. Beni fark etmesi biraz zaman aldı ama bekledim. Önce şarkının sesini kıstı, sonra kollarını iki yana açarak hayırsızlığımı yüzüme vurdu. O hiç değişmeyen ses tonuyla beni tekneye buyur ettiğinde gelmekle doğru olanı yaptığımı anlamıştım. Teknede taze çay ve Sinan Özen vardı.
Babamın beni evlatlıktan reddedip tekme tokat evden kovduğunu, mahallenin içinde etmedik küfür bırakmadığını, el aleme karşı rezil kepaze olduğumu çayımı yudumlarken bir bir anlattım. Beş parasız kaldığımın da özellikle altını çizdim. Uzaklara daldı, ‘’Benim de babam sağ olsaydı da evden kovsaydı…’’ Sinan Özen ateşi benzinle harlıyordu resmen. Bir süre şarkı eşliğinde sustuktan sonra can alıcı soruyu soruverdi. ‘’Ne yaptın da adamı dinden imandan çıkardın oğlum? Emin usta işinde gücünde adamdır normalde.’’ Annemin iki dal bileziğini satıp kumar borcumu ödedim diyemedim doğal olarak, ‘’İşsiz güçsüz gezinmeme gücendi. Ben de karşılık verince patladı işte,’’ Yine uzaklara daldı, gözlerini kısarak, ‘’Büyük cahillik etmişsin Yaşar’ım, ama babandır sonuçta, affeder.’’ İnandı İsmet, fazla da kurcalamadı zaten aile meselesidir diye. Kendi palavralarına inanan adam buna mı inanmayacak. ‘’Eğer istersen gel benim yanımda takıl, teknede yatıp kalkarsın babanın siniri geçene kadar. Hem harçlığın da çıkar.’’ Denize düşmüştüm ve karşıma yılandan daha sağlam bir şey çıkmıştı sarılmak için. İsmet o an gözümde devleşti, birden bire fakir fukara babası oluverdi. Az kalsın eline yapışıp ‘’Öpeyim,’’ diyecektim ki tuttum kendimi, neme lazım. Artık hem işim hem de kalacak bir yerim vardı. Rüyada gibiydim. Aynı gün içerisinde hem en dibi görmüş, hem de tekrar yükselmek için sağlam bir zemin tutturmuştum. Bu şansım kumarda karşıma çıksaydı şeytanın bacağını kırıp eline verirdim, kesin!
O akşam hiç olmadığım kadar mutlu hissettim kendimi. Kazanacağım parayla annemin bileziklerini yerine koyamazdım belki ama en azından bir baltaya sap olurdum. Kumara da tövbe etmem lazımdı. Ben, döndüğüm zararın kârı üzerinden hesap kitap yaparken birden şiddetli bir ağırlık hissettim sırtımda. Dalmışım, sol yanım göçtü sandım. ‘’Hazırlan bakalım aslanım, ağ atmaya çıkıyoruz. Şu kasanın altındaki pantolonla çizmeyi de geçir ayağına. Üşürsen bere de var.’’ Gösterdiklerini üzerime geçirdim, kafama da saç yağı kokan bereyi takıp güverteye çıktım. Allah günah yazmasın, köpek ölüsü gibi kokuyordu verdiği bere. Biz limandan ayrılırken rüzgar tatlı tatlı esmeye başlamıştı, uzansan uyursun. Bir sigara yakıp telefonuma baktım. Ne arayan vardı ne de soran. Sadece abonesi olduğum operatörden kampanya mesajları gelmişti, okumadan sildim. Zoruma gitti umursanmamak, bir sinirle kırdım hattı telefondan çıkarıp. Sanki bütün suç onunmuş gibi. ‘’Gece uzun Yaşar’ım, zulada rakı da var. Şu ağları saldıktan sonra demleniriz, kafamız dağılır. Sıkma sen tatlı canını.’’ Dalga geçer gibi bir hali yoktu, basbayağı rakı diyordu, demleniriz diyordu. Yılların Sıçan İsmet’i basbayağı keyfime cila çekiyordu. Başkası anlatsa mümkün değil inanmazdım. Sigaramdan son bir nefes alıp denize doğru fırlattım. İçimdeki sıkıntılar da sigaranın suya kavuşması gibi bir anda sönüvermişti. Motorun hırıltısı yavaş yavaş artarken İsmet yine yalan yanlış bir şarkı tutturmuştu.
Ağları denize bıraktıktan sonra soframızı kaptan köşküne kurduk. Köşk dediğimse tavanı basık, camlarının kenarları yosun tutmuş, tahta kasa üstüne minder atılmış bir yer. Motor yağı ve mazot kokusuna karışan anasonla birlikte çay bardaklarından yol almaya başladık. Yağmur çiseliyordu. Deniz sonsuz masal, tekne rutubetli bir beşik… Sallandıkça güzelleşiyorduk. Az bir meze vardı önümüzde. Sinan Özen’in yerini Ahmet Kaya almıştı. Baba nasihati dinler gibi dinliyorduk adamı. ‘’Düşünceleri beni ırgalamaz, ama sesi güzel Yaşar’ım.’’ Bir insan hep aynı kalabiliyormuş demek ki. Bizimkisi hep orta yoldan gider, etliye sütlüye karışmazdı. Hala da öyleydi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama şişenin dibini görmemize iki parmak kalmıştı ki birden ayağa fırladı, hafif sallanarak ağzının içerisinde belli belirsiz bir şeyler yuvarladıktan sonra tekrar yerine oturdu. Gözleri bulutlanmış, dokunsam ağlayacak hale gelmişti. Sonradan açıldı, teybin sesini kısıp anlattı derdini. Meğer kız kardeşine görücü gelecekmiş, tüm gerginliği bundanmış. Hayırlı iştir dedim, sevinmen lazım dedim dinletemedim. ‘’Gel bana yardım et. Kıstıralım şu iti tenhada.’’ İsmet kafasında kura kura gaza gelmişti anlaşılan. Çocukken de böyleydi, konuşmak fayda etmezdi. Bir iki denedim ama olmadı. ‘’Tamam’’ dedim, ‘’Ama sadece konuşalım, olay çıkmasın,’’ Zar zor ikna oldu, ‘’Yarın bir soruşturalım bakalım, buralardan değilmiş zaten.’’ İsmet biraz sonra sızınca, şişenin dibinde kalan son rakıyı da bardağa doldurup güverteye çıktım. Sigaram bitmişti. İliklerime kadar uyku bastırıyordu. Rakıyı tek seferde yuvarlayıp kaptan köşküne döndüm bir köşeye kıvrılmak için. Besbelli gün doğacaktı.
Sabah motorun gürültüsüyle uyandığımda her tarafım tutulmuş, don lastiği gibi gerilmiştim. İsmet beni uyandırmamış, ağları kendi başına toparlamıştı. Son hız limana dönüyorduk. Adamın derdini iki duble rakı söküp atmış, su yüzüne çıkarmıştı. Şaşılacak iş dedim kendi kendime. Mithat’ın satışına gelmemiş olsam bütün bunlar başıma gelmeyecekti. Belki unutmuştur diyerek ağzını aradım ama unutmamıştı. Kız kardeşine talip olan çocuk taksicilik yapıyormuş, ben uyurken arayıp öğrenmiş. Üstelik planı da peşin peşin yapmış. ‘’Müşteri gibi bineriz arabasına…’’ O kadar lafı boşuna söylemiştim anlaşılan. Durduk yere başımızı belaya sokacaktık. Limana girdikten sonra yakaladığımız balığı manavdan gelen Nejat’ın kamyonetine yükleyip biz de kasaya atlayalım, meydana kadar gidelim dedik. Sabahın ayazında kamyon tepelerinde suratımız pancar gibi kızarmıştı. Resmen belaya doğru koşuyorduk.
Çorbacıda sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra büfeden bir paket sigara alıp paranın üstünü beklemeden yaktım. Bütün gerginlik üzerimdeydi. Anam babam silmiş, Sıçan kendi derdine dahil etmiş… Suratına tükürülecek bir insan evladı olup çıkmıştım iki günde. İsmet geldi, durağa doğru yürümeye başladık. Plakasına varana kadar her türlü bilgiyi almıştı. Yirmi dakika sonra çocuğun taksisinde buldum kendimi. Uykusuzum, yorgunum ve köpek ölüsü gibi kokuyorum. ‘’Yayla yoluna sür…’’ dedi. Sanki zımparayı kuru taşa sürtüyorlar, öyle iticiydi sesi. Çocuk yayla yoluna doğru sürdü, tek kelime etmedi. Bir on beş dakika daha gittikten sonra Sıçan yine açtı ağzını. ‘’Şöyle sağa çek bakalım.’’ İnanılacak gibi değildi, nerden bulduysa bir de tabanca dayamıştı çocuğun sırtına. Yol boyunca ağzını açmayan çocuk birden bülbül kesildi. ‘’Delikanlıysanız silahsız gelin lan. On sekiz ay komandoluk yaptım ben, hayvan oğlu hayvanlar!’’ İsmet komando lafını duyunca renkten renge girmiş, gözleri yuvalarında muhallebi gibi titremeye başlamıştı. En büyük yarası, çocukluk hayaliydi sonuçta. ‘’Bacımda gözün varmış, doğru mu?’’ diyebildi zar zor. Çocuk donup kalmıştı, az önceki tavrından eser yoktu. ‘’Abi’’ dedi yutkunarak, ‘’Biz üç yıldır seviyoruz birbirimizi, niyetimiz ciddi.’’ Bu lafın ardından çocuğu kesin vurur diye düşünürken birden duruldu, sakinleşti. ‘’Madem öyle, ilk önce bana neden gelmiyorsun aslanım? İlk bana gelmen lazımdı.’’ Can ciğer kuzu sarması oldular, kırk yıllık ahbap gibi… Sıçan yine yapmıştı yapacağını. Olay çıkmadı diye sevinsem mi yoksa boşu boşuna gerildim diye hesap mı sorsam bilemedim. Çocuğun adı Rafet’miş, bizi meydanda bıraktı. Öpüşüp sarıldılar, öylece ayrıldılar.
Babamı gördüm sonradan, ıhlamurun dibindeki çay ocağında oturmuş sigara içiyordu. Başı önünde, sırnaşık bir kediye simit atıyordu çaya bandırıp. ‘’Git konuş,’’ dedi İsmet, ‘’Ben limana geçiyorum zaten, akşama gelirsin. Seni de sürükledim peşimde derdin azmış gibi, kusura bakma.’’ Sıçan’dan borç isteyene kadar babamdan özür dilemeye gitmediğime pişman oldum. Gün gibi belliydi işte, haksızdım. Bütün yaz it gibi sürtmüştüm sokakta, çırpındıkça batmıştım, üstüne bir de kumar… Fırından iki tane susamsız simit aldım, çıtır çıtır sıcacık. Babam sever susamsız simidi. Beni de affederse ya da en azından dinlerse adam olurdum. Elimde simitlerle fırından çıktığımı görünce garsona seslendi babam.’’ Ali, evladım bize iki çay çek… Biri tek şekerli…’’
İzafi dergisin 11. sayısında (eylül- ekim) yayınlanmıştır.