Bir yangının külü (Ah Smyrna’m, Güzel İzmir’im – Tiyatro Pera)

okuma süresi 8 dakika
Bir yangın, ansızın kör olmakla eş değer bir hal gibi hayatta. Önceden varlığına emin olduğunuz hikâyenizi artık görememek ya da o tarafa bir daha hiç dönüp bakamamak gibi.

Bir yangın, ansızın kör olmakla eş değer bir hal gibi hayatta. Önceden varlığına emin olduğunuz hikâyenizi artık görememek ya da o tarafa bir daha hiç dönüp bakamamak gibi. Ölüm gibi değil ama, o kabullenilebilir. Yanık hikâyelerden gitmek daha zordur. Hikâyeler insanların renkleriyse, yangın bazı renkleri artık hiçbir şekilde ayırt edememek demektir. Oysa o renklerin varlığı ne “âlâ idi” denir.

13 Eylül 1922, İzmir… Basmane’de başlayan ve dört gün süren yangın… Bir şehir yanar, bir çok insanın geçmişi, geleceği, çocukluğu, hikâyesi yanar… Hangi tarafın yaptığı konusu beni hiç ilgilendirmiyor, savaşların taraflarca değil “bazı büyükler”ce çıkarıldığını bilecek kadar büyüdüm.

İlkokul-ortaokul-lise eğitimi sırasında bize öğretilen/ezberletilen tarih derslerinin üzerine okuduğum bir kaç kitaptan ibaret tarih bilgim. Tiyatroyla ilişkim ise sahnede yapılan her işe duyduğum ilgiden kaynaklanıyor.

Ah Smyrna’m, Benim Güzel İzmir’im, Tiyatro Pera Sanat Yönetmeni Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği bir oyun. 20 Mayıs 2012’de ilk kez seyirci karşısına çıkmış. Kendisi de İzmirli olan Nesrin Kazankaya, 1923 yılı İzmir’inde Bornova’daki konaklarında yaşarken çıkan mübadele yasasıyla göç hazırlığına girişmek zorunda kalan bir Rum aileyi ve onların Türk yardımcılarını çağırıyor sahneye.

Hikâyeleri var konağın… Bütün bu yaşananların doğru olup olmadığına inanmak için her sabah eski gazetelerden de haberler okutan Babaanne Eleni, limon ağacı yola dayansın diye koydurduğu çuvalın ıslatılmasını isteyen, onlardan sonra oraya gelecek olan yoksullar için yardımcısına kaybettiği kocasının ve oğlunun kıyafetlerini bırakan, evde kavga çıktığında kocasını savaşta kaybetmiş olan yardımcısı Müzeyyen’in minik oğlu Ali Rıza’nın yatağında Ali Rıza’nın kulağını kapatan Eleni…

Çocukluğu, genç kızlığı, arkadaşları, bütün hikâyesi bir yangınla kaybolan, kocasını kaybeden Ioanna, iki çocuğu ile yaşıyor konakta. Götüremeyeceği kitaplarını ezberlemek isteyen oğlu Ilias ve göçün sadece memleketi değil kalbini de terk etmek olduğunu bilen, ne kadar ağlarsa ağlasın gözyaşı bitmeyen Lefkothea…

Ailesini en güvenli şekilde Atina’ya götürmek isteyen Eleni’nin oğlu Kostantinos ve çocuk sahibi olmak için çırpınan, kavgaların arasında kaldıkça dua eden karısı Polyxeni’yle… Kardeş gibi büyüdükleri konakta birbirlerine adeta düşman kesilen, acılarıyla kayıplarını yarıştıran, kalpleri birbirine kör olmuş Müzeyyen’in kardeşi Mehmed ve Eleni’nin oğlu Theodopulos…

Oldukça iyi kurulan olay örgüsüyle oyundaki karakterlerin hikâyeleri ana hikâyenin önüne hiç bir şekilde geçmiyor. Biri diğerinden daha fazla kalmıyor aklınızda, herkesin oyundaki pastası eşdeğer büyüklükte. Tiratlar arasında beni en çok etkileyen Ilias’ınki oldu. Sürekli aynı şeyi tekrar eden, evin küçüğü Ali Rıza’nın sünnetini bozan, bitmeyen ve ne yazık ki bitmeyecek olan bir kavganın ortasında, göç sırasında taşıyamacağı kitaplarını tutuşturan Ilias…

Bir facia ancak daha büyük bir facia ile unutulur, o yüzden derler ya büyüklerimiz Allah bunun unutturacak acı vermesin diye… Hangi acıyla daha kolay baş edilir bil(e)meyen Lefkothea’nın dans etmeye başlaması ve annesinin kalkıp ona eşlik etmesi benim gözlerimin dolmasına yetti. Mehmed ve Theodopulos’un kavga eder gibi oynadıkları zeybeğin üzerine Kostantinos’un yaptığı zeybek ise oldukça heybetli idi.

Aslında oyun sırasında tek tek sayabileceğim bir çok sahne var ama hem oyunu hem de tarafsız bir metni seyretmenizi istediğim için daha fazla ayrıntı yazmıyorum. Rumca diyalogların olduğu oyunda benim gözüm bir yerde Rumca-Türkçe ve Türkçe-Rumca çeviri aradı. Hem Türkçesi yeterli olmayan Rumların, hemde Rumca bilmeyen Türklerin oyun içerisinde diyalog kaçırmamaları bu şekilde sağlanabilirdi. Ayrıca oyun diyalog akışının yansıtılmasıyla duyma engeli olan seyirci için de izlenebilir olur. (Mümkün olup olmadığını bilmiyorum, affınıza sığınarak aklımdan geçeni söylüyorum.)

Oyundan çıktıktan sonra düşündüğüm şey tarihin gerçekten bir tekerrürden ibaret olduğu idi. Üstünden yüz sene bile geçmeyen savaşın ülkenin batısından doğusuna taşınması “büyükler” açısından pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Allah aşkına, ne çok yangın var bu ülkede?!Bir yangın, ansızın kör olmakla eş değer bir hal gibi hayatta. Önceden varlığına emin olduğunuz hikâyenizi artık görememek ya da o tarafa bir daha hiç dönüp bakamamak gibi. Ölüm gibi değil ama, o kabullenilebilir. Yanık hikâyelerden gitmek daha zordur. Hikâyeler insanların renkleriyse, yangın bazı renkleri artık hiçbir şekilde ayırt edememek demektir. Oysa o renklerin varlığı ne “âlâ idi” denir.

13 Eylül 1922, İzmir… Basmane’de başlayan ve dört gün süren yangın… Bir şehir yanar, bir çok insanın geçmişi, geleceği, çocukluğu, hikâyesi yanar… Hangi tarafın yaptığı konusu beni hiç ilgilendirmiyor, savaşların taraflarca değil “bazı büyükler”ce çıkarıldığını bilecek kadar büyüdüm.

İlkokul-ortaokul-lise eğitimi sırasında bize öğretilen/ezberletilen tarih derslerinin üzerine okuduğum bir kaç kitaptan ibaret tarih bilgim. Tiyatroyla ilişkim ise sahnede yapılan her işe duyduğum ilgiden kaynaklanıyor.

Ah Smyrna’m, Benim Güzel İzmir’im, Tiyatro Pera Sanat Yönetmeni Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği bir oyun. 20 Mayıs 2012’de ilk kez seyirci karşısına çıkmış. Kendisi de İzmirli olan Nesrin Kazankaya, 1923 yılı İzmir’inde Bornova’daki konaklarında yaşarken çıkan mübadele yasasıyla göç hazırlığına girişmek zorunda kalan bir Rum aileyi ve onların Türk yardımcılarını çağırıyor sahneye.

Hikâyeleri var konağın… Bütün bu yaşananların doğru olup olmadığına inanmak için her sabah eski gazetelerden de haberler okutan Babaanne Eleni, limon ağacı yola dayansın diye koydurduğu çuvalın ıslatılmasını isteyen, onlardan sonra oraya gelecek olan yoksullar için yardımcısına kaybettiği kocasının ve oğlunun kıyafetlerini bırakan, evde kavga çıktığında kocasını savaşta kaybetmiş olan yardımcısı Müzeyyen’in minik oğlu Ali Rıza’nın yatağında Ali Rıza’nın kulağını kapatan Eleni…

Çocukluğu, genç kızlığı, arkadaşları, bütün hikâyesi bir yangınla kaybolan, kocasını kaybeden Ioanna, iki çocuğu ile yaşıyor konakta. Götüremeyeceği kitaplarını ezberlemek isteyen oğlu Ilias ve göçün sadece memleketi değil kalbini de terk etmek olduğunu bilen, ne kadar ağlarsa ağlasın gözyaşı bitmeyen Lefkothea…

Ailesini en güvenli şekilde Atina’ya götürmek isteyen Eleni’nin oğlu Kostantinos ve çocuk sahibi olmak için çırpınan, kavgaların arasında kaldıkça dua eden karısı Polyxeni’yle… Kardeş gibi büyüdükleri konakta birbirlerine adeta düşman kesilen, acılarıyla kayıplarını yarıştıran, kalpleri birbirine kör olmuş Müzeyyen’in kardeşi Mehmed ve Eleni’nin oğlu Theodopulos…

Oldukça iyi kurulan olay örgüsüyle oyundaki karakterlerin hikâyeleri ana hikâyenin önüne hiç bir şekilde geçmiyor. Biri diğerinden daha fazla kalmıyor aklınızda, herkesin oyundaki pastası eşdeğer büyüklükte. Tiratlar arasında beni en çok etkileyen Ilias’ınki oldu. Sürekli aynı şeyi tekrar eden, evin küçüğü Ali Rıza’nın sünnetini bozan, bitmeyen ve ne yazık ki bitmeyecek olan bir kavganın ortasında, göç sırasında taşıyamacağı kitaplarını tutuşturan Ilias…

Bir facia ancak daha büyük bir facia ile unutulur, o yüzden derler ya büyüklerimiz Allah bunun unutturacak acı vermesin diye… Hangi acıyla daha kolay baş edilir bil(e)meyen Lefkothea’nın dans etmeye başlaması ve annesinin kalkıp ona eşlik etmesi benim gözlerimin dolmasına yetti. Mehmed ve Theodopulos’un kavga eder gibi oynadıkları zeybeğin üzerine Kostantinos’un yaptığı zeybek ise oldukça heybetli idi.

Aslında oyun sırasında tek tek sayabileceğim bir çok sahne var ama hem oyunu hem de tarafsız bir metni seyretmenizi istediğim için daha fazla ayrıntı yazmıyorum. Rumca diyalogların olduğu oyunda benim gözüm bir yerde Rumca-Türkçe ve Türkçe-Rumca çeviri aradı. Hem Türkçesi yeterli olmayan Rumların, hemde Rumca bilmeyen Türklerin oyun içerisinde diyalog kaçırmamaları bu şekilde sağlanabilirdi. Ayrıca oyun diyalog akışının yansıtılmasıyla duyma engeli olan seyirci için de izlenebilir olur. (Mümkün olup olmadığını bilmiyorum, affınıza sığınarak aklımdan geçeni söylüyorum.)

Oyundan çıktıktan sonra düşündüğüm şey tarihin gerçekten bir tekerrürden ibaret olduğu idi. Üstünden yüz sene bile geçmeyen savaşın ülkenin batısından doğusuna taşınması “büyükler” açısından pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Allah aşkına, ne çok yangın var bu ülkede?!

Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Dekor: Başak Özdoğan
Kostüm: Fatma Öztürk
Müzik Yönetmeni: Ezgi Kasapoğlu
Müzik Düzenleme: Emil Tan Erten
Dans Düzeni: Cemal Atilla/Güneş Çağlar
Rumca Çeviri: Meri Madeleni
Yönetmen Yardımcısı: Zeynep Özden

Oynayanlar:
Eleni: Aysan Sümercan
Konstandinos: Muhammet Uzuner
Ioanna: Nesrin Kazankaya
Polyxeni: Defne Halman/Başak Meşe
İlias: Emre Çakman
Mehmet: Doğan Akdoğan
Müzeyyen: Linda Çandır
Theodopulos: İlker Yiğen
Lefkothea: Selin Sevdar
Ali Rıza: Asır Akkaya
Yapım Asistanları: Onur Atilla, İlke Melikoğlu, Melike Yıldırım, Gamze İpek
Oyun Fotoğrafları: Mehmet Aslan

Takip için: www.tiyatropera.com / www.twitter.com/TiyatroPera

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.