Rakı beyazı değil, kömür karası!

okuma süresi 4 dakika
Bu hafta kimseye rakı yok. Şişesine bile bakamıyorum. Oysa dertli zamanların güzel yoldaşıdır rakı. Bu öyle bir dert değil. Bu, öyle böyle bir dert değil. Bugün göz göre göre, günde elli lira için, o niyeyse gözden düşen haysiyetli tabirle “ekmek parası için” yerin yedi kat dibinde çalışan güzel kardeşlerimizin topraktan çıkarılıp toprağa gömüldüğü gün.

Bu akılcı akılla
Kazmayı nereye vursak
Sonuç değişmiyor:
Kader kaya gibi sıkı,
Ölüm demir gibi sert.
Ama inancımızı koruyalım,
Gemiyi kurtarmanın yolu
Onu delmekten geçer bazen
Ve cehennemi kaza kaza
Cennete, pekâla, ulaşabilir insan.

Cahit Koytak, Yeri Delmek, Ekim 2009

Oğlum ilk defa ölümün ne demek olduğunu sorduğunda beni çok hazırlıksız yakalamıştı. Bıy bıy etmiştim. Uyku desem, uyumaktan korkacak. Hayatın bitmesi desem, hayat ne ki? Uzaklara gitmek ve bir daha gelmemek gibi bir şey demiştim. Ertesi gün de Galata Köprüsü’nden geçerken uzaklara gitmekle ilgili hesap sorunca göstermiştim. Balıkçıların birisinin leğeninde yedi sekiz tane çinakop vardı. Birisi yaşıyordu sadece. Orada göstermiş ve uzun uzun anlatmıştım. Çok etkilenmişti, kafası karışmıştı ve şaşırmıştı.
Ölmek bu kadar kolaydı. Anlatması, açıklaması, ikna olması hiç kolay değildi ama.
Ölümü anlatmak, hele zamansız ölümü anlatmak ne kadar zor? Ya yakınlarını bir katliamda kaybetmek?

Ölüm güzellemesi
Ölüm hayatın sınırlarını belirleyen parçası. Öbür türlü zaten çok sıkılırdık. “Fazla ciddiye almayın şu hayatı, nasılsa içinden canlı çıkamayacaksınız.” demiş başbakanımızın pek sevdiği Necip Fazıl. Hayatı ciddiye almayalım tabii. Ölümü ciddiye almak zorundayız ama. Hele böyle göz göre göre, bağıra bağıra gelen ölümün hiç şakası yok. Böyle bir acının tarifi de.

Ölümden kaçmak
Ölüm modern hayatta sürekli yoksayılan bir durum. Oysa hep civarımızda dolanıyor. Zincirlikuyu mezarlığının girişinde meşhur “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti yazıyor diye kızanların gerekçelerini hatırlayın. Sinirleri bozuluyormuş. Ölümü hatırlayarak sinir bozmanın tek tedavisi ölümü hayatının içine sokmak sanırım. Likyalılar mezarlıklarını boşuna mı şehrin göbeğine yapmışlar? Pek çok dinde ölüler cenaze töreni sırasında yakınlarının yanında ve dışarıda yakılır. Ki gözlerinin önünde kül olsun, ölüme ikna olabilsin kalanlar.

Ölümle barışabiliriz tabii
Ölümle barışabiliriz elbette. Ama ya yüzlerce insan öldükten sonra, kaçıncı gününde daha içeride kaç kişi olduğunu söyleyemeyen bakanların “Hata varsa…” diye başlayan konuşmalarla? Ya “aklını kullanan kurtuldu” diyerek ölen kardeşlerimize açıkça ve alçakça aptal diyen vali yardımcısıyla? Ya “gözaltına alacaktık ama amirleri de ölmüş” diyerek hatayı ölende arayan akılla barışabilir miyiz?
Aynı akıl hızlı tren kazasında da zavallı makinisti göz altına almıştı. Bütün bunlar bir filmde olsa abartmışlar der gülerdik. Hepsi her yerimiz ağrıyorken önümüzde oldu.

Nasıl öldüler?
Rakı sofralarının ve arabeskin kraliçesi Esengül, 25 yaşında tartışmalı bir trafik kazası ile öldü. Orhan Veli malumunuz 36 yaşında Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düştükten dört gün sonra beyin kanamasından öldü. Zeki Müren, kendisi için düzenlenen bir gecede sahnede öldü. İki sene önce prostat kanserinden ölen Neşet Ertaş’ın dirisinin kıymetini bilemeyen devlet ölüsünü yere göğe koyamadı.
Tanju Okan ağabeyimiz 1996’da 57 yaşında bizleri şaşırtmayarak sirozdan öldü.

Peki ya katliam?
Yukarıdaki ölümler hüzünlü, kötü ölümler. İyi ölüm var mıdır? Normal ölüm vardır en azından. “Gençler ölebilir, ama yaşlılar ölmelidir.” demiş Longfellow. En doğrusu bu. Annelerimizin deyişiyle “Allah sıralı ölüm versin”.
Çok açık ki ölümlerin onurlusu ama alçakçası organize suç örgütü devlet tarafından işlenenlerdir. Çünkü yetki vardır, iktidar vardır, top tüfek kanun hakim savcı vardır. Organizedir bunlar. Bizim paramızla bizi yönetir, iyiliğimiz için çalıştıklarını iddia ederler.
Bunların bir kenarında Hrant’lar, Erdal Eren’ler, Deniz’ler, Kaypakkaya’lar varsa öbür yanında toplu kıyımlar vardır. Biz buna katliam deriz, kıyım deriz, soykırım deriz. Devlet tehcir, “olaylar”, çatışma, müdahale, kaza filan der. Biz iyi biliriz o ölümleri. 1915’ten, İstiklal Mahkemeleri’nden, 6-7 Eylül’den, 2 Temmuz’dan, 1 Mayıs 1977’den, Hayata Dönüş’ten, Fırat’ın öbür yakasındaki savaştan, Reyhanlı’dan, Roboski’den ve şimdi de Soma’dan.

Ağıt mı hesap sormak mı?
Soma’daki işçi kardeşlerimizin de yasını tutmamız gerekir. Pek çok öfkeli kardeşimizin söylediği gibi “ağıtımızı yakmaya değil hesap sormaya” gelmek olmaz. Ağıtımızı da yakarız, hesabımızı da sorarız.
Bu hafta kimseye rakı yok. Şişesine bile bakamıyorum. Oysa dertli zamanların güzel yoldaşıdır rakı. Bu öyle bir dert değil. Bu, öyle böyle bir dert değil. Bugün göz göre göre, günde elli lira için, o niyeyse gözden düşen haysiyetli tabirle “ekmek parası için” yerin yedi kat dibinde çalışan güzel kardeşlerimizin topraktan çıkarılıp toprağa gömüldüğü gün. Öfkemizin göz yaşlarımıza karıştığı gün.
Suçu Allah’a atıp kaçmaya çalışanlar inanıyorum ki bu dünyada hesap verecektir.

Görsel: Gürcan Öztürk

BirGün gazetesinin 18.05.2014 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.

About The Author

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.