Sahici Müslüm Gürses

okuma süresi 5 dakika
Bardan çıkarken Rıfat Ağbi’ye, “Ağbi” dedim, “bu Müslüm Gürses, son yıllarda ne yaparsa yapsın, yine de sahicilikten kurtulamıyor. Yine sahici, yine sahici.” Kafamız da eni konu iyiydi. On-on beş saniye birbirimize öyle baktık. “Sahi diyorum” dedim.

Müslüm Gürses’i, Gençlik Parkı’nda en son izlediğimde, 2006 yılının sıcak, nemli bir Ağustos akşamıydı. ‘Baba’, Gençlik Parkı’na her yıl Temmuz ayında, bir sezon iki haftalığına, kimi sezon da bir aylığına, içkili bir lokantada sahne alıyordu.

Rıfat Ağbi’yle birlikte, bazen Neco’yu da alarak, haftada iki üç akşam giderdik.
Rivayet muhtelifti. Üç paraya geliyordu. Hatta gidiş geliş masrafından, arkasında çalanların parasından başka bir şey istemiyordu. Yıllar önce, Tarsus’tan Adana’ya giderken büyük bir kaza geçirmiş, şoför ölmüştü. Baba, aylar süren tedavisinin ardından, tuz buz olmuş alnında platin ve koku alma duygusunu yitirmiş olarak hayata dönmüştü. İş bulmak kolay değildi. Gençlik Parkı’ndaki bu mekânın sahibi, zor zamanında Müslüm Gürses’e koltuk çıkmıştı. Baba vefalı adamdı. Kendisine yapılan bu iyiliği unutmuyordu.

Bir iki uvertürden sonra Müslüm Gürses, saat 10 gibi sahneye çıkardı. Bir akşam simsiyahlar içinde, ertesi akşam bembeyazlar içinde, heyetin önüne yürürken, burnunun dibinden en köşede kalmış masaya kadar kimseden selamı ihmal etmezdi.

Yine de masaya gelmesinin, mekâna ait bir raconu vardı. Yanı başından saniye olsun ayrılmayan şef garsona, parmaklarınızla “beş”, “on” veya “on beş” ya da “yirmi” işareti yapardınız. ‘Sahne aksesuarı’ denen, etiketinde “içilmez” uyarısı bulunan gazozvari şişeler açılınca, şampanya patlatmış gibi olurdunuz. Baba’yla masada resim çektirir, duruma göre parçaya eşlik de ederdiniz.
“Ağbi bir yerden duydum ama nasıl bir şey, harbiden bilmliyorum” diyenler için, sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle önünüzde dururdu. Çay içip kuru pasta yiyebilir, hatta çekirdek çitleyebilir; ama dört başı mamur bir içki sofrasına da oturabilirdiniz.

Herkes orda olurdu. Müflis bir gazinocu, tapu kadastroda memur, Telsizler’den bir torbacı, banka müdürü, Küçük Sanayi’de yedek parçacı ve şaka yapmıyorum, özel timci… Bir Almancı vardı mesela. Her yıl iznini bu takvime denk getiriyor, iki üç gün Ankara’da mabedi tavaf ettikten sonra memleketine geçiyordu.

Son yıllarda yeni hayranlar edinmişti Baba. Garsonlar, daha içeri adımını atar atmaz, Baba’nın ‘entel’ fanlarını hemen tanır ve yabancılık çekmesinler diye onları yan yana masalara atardı. Yeni fanlar, siyasilerin koğuşuna düşmüş adi suçlular gibi ürkek bakışlarla önce ortamı tanımaya çalışırdı. Sonra içlerinden biri, bir diğerine mutlaka, “Pardon, acaba Paramparça’yı söylüyor mu” diye sorar; bir diğeri, “Valla Paramparça’yı bilmem ama, geçen akşam istedik, Olmasa Mektubun’u söyledi” derdi. Bu cevabı veren, büyük sükse toplardı. Birbirleriyle çabuk kaynaşan bu masalardan biri, kafayı biraz tutunca cesaretlenir, sözlerini Ali Avaz’a, bestesi Mustafa Sayan’a ait parçayı kastederek “Baba, Sezen Aksu’dan Tanrı İstemezse, mümkün mü acaba” diye istek yapardı.
2005’de bu mekânın, Park’taki bütün içkili lokantalar gibi, çevre düzeni bahanesiyle faaliyetine son verildi. Zaten o yıl Baba, programını rahatsızlığı nedeniyle kısa kesti. Bir yıl sonra patron iki yüz metre ilerde çay bahçesi alınca, Baba son kez geldi ve 2006’da, burada bir Ankara jübilesi yaptı.
Çarşamba akşamı Fikrim Bar’a geleceğini duyunca, tanışmaya gerek kalmaksızın tesis ettiğimiz ahbaplığımıza dayanarak, bizim eski takım, tam kadro yerimizi aldık.

Herkes ordaydı. Gazetecisi, avukatı, araştırma görevlisinden profesörüne geniş bir bilim insanı yelpazesi, ‘sosyolojik gözlem’ yapmaya gelenler, mekâncıdan torpilli olduğu besbelli öğrenciler, sivil toplum örgütlerinin bir kısım yöneticileri ve yöneticilere yakın personeller, İstanbul’dan Kültür Bakanıyla görüşmeye gelmiş kültür (‘çiftlik’ anlamında) projecisi bir kaç kişi, birbirlerini ilk kez bir Müslüm Gürses konserinde görmenin sevinciyle şabalak olmuş eski arkadaşlar…

CHP’nin Çankaya’da hâlâ belediye başkan adayını belirlememiş olmasının tedirginliği her halinden belli bir grup da ordaydı.

“Baba’nın Öz Evlatları” yarışında açık ara önde bir topluluk, hemen sahnenin solundaydı. “Sizin Baba’yı sevmenize bir itirazımız yok ama, haddinizi de bilin” demek ister bir ataklık gözden kaçmıyordu doğrusu.

Baba, Biz Babadan Böyle Gördük’le girip, Mahzuni Şerif’ten Çeşm-i Siyah’ı patlatınca, detoksunu bozmak istemediği için su içen, yani ilk kez geldiği futbol maçında ofsaydın ne olduğunu sorma cesareti gösteren birine, haklı olarak sataştı. “Su içilir mi bu saatte? Rakı içeceksin rakı. Yapma enişte!” İlerleyen dakikalarda, sigara içenleri üslubunca azarladı. Vazgeçmem diye yırtınan bir kız çocuğuna, bu kadar emin olmamasını tembihledi.

Mühür Gözlüm ve Zahidem’le Neşet Ertaş’a selam yolladık. O Zahidem ki, Neşet Usta’nın Zeki Müren’e havalandırdığında, Paşa’nın kafasını duvara vura vura dinlediği anlatılırdı.

Nar Tanesi’yle, ‘kapı tıkırtısına oynarız’ geleneğine sıkı sıkıya bağlılığımızı hatırladık. Bozlakla Orta Anadolu’nun kıraç düzlüğüne yayıldık. Paramparça ve Olmadı Yar’da güzel ve bakımlı kızlar, erkeklerine “Aşkım iyi ki getirmişsin beni” dediler.

Bardan çıkarken Rıfat Ağbi’ye, “Ağbi” dedim, “bu Müslüm Gürses, son yıllarda ne yaparsa yapsın, yine de sahicilikten kurtulamıyor. Yine sahici, yine sahici.”

Kafamız da eni konu iyiydi. On-on beş saniye birbirimize öyle baktık. “Sahi diyorum” dedim.

 

24.01.2009’da Radikal‘de yayımlanmıştır.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.