Aşk Mabedi Moulin Rouge
okuma süresi 6 dakikaBugün Paris’in en çok ziyaret edilen Eiffel (Eyfel) Kulesi 1889 yılında Fransız İhtilâlı’nın yüzüncü yıl kutlamaları etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen Paris Sergisi’nde kapılarını ziyaretçilerine açmıştı. Eyfel Kulesi öylesine ihtişamlı ve göz kamaştırıcı olarak yapılmıştı ki ziyarete açıldığı gün bir anda serginin gözbebeği durumuna gelmişti.
Böylesine benimsenmesinin bir nedeni de pırıl pırıl ışıklarıyla Paris’in hemen her yanından rahatlıkla görülebilir olmasıydı. Ancak, bu pırıltılarda Edison’un katkılarını inkâr etmek de mümkün değildi. Edison daha on yıl öncesinde, 1879 yılında Karbon Flamanlı ilk akkor lambayı insanlık âleminin kullanımına sunmuştu çünkü. Bu lambalarla hem Paris, hem de daha sonraları Paris’in simgesi haline gelecek olan efsanevi kule ışıklandırılmıştı. Böylece Paris pırıldayan bir elmas gibi ışıklar kentiydi artık.
Takvimler yine 1889 yılının Ekim ayının bir Pazar gününü gösteriyordu. Işıl ışıl pırıldayan elmas yansımaları bir müzikholden geliyordu bu kez. O sonbahar gecesinde “Aşk Mabedi” ‘Moulin Rouge’ (Kırmızı Değirmen) fantastik aşk tutkunlarının gizli kalmış duygularına kapılarını ardına kadar açmıştı. Kışkırtıcı müzik nağmeleri buradan geliyordu artık. Moulin Rouge (Mulen Ruj) hem Paris Sergisi’ni, hem de Paris’in apaşlarıyla ünlü ‘Monmartre” bölgesini taçlandırmıştı âdeta.
Joseph Oller ve Charles Zidler Moulin Rouge’u tasarlarken burasının zaman içinde bir aşk mabedine dönüşeceğini biliyorlardı mutlaka. Böylesine muhteşem bir efsane tesadüfler sonucu yaratılamazdı asla. Ressam Adolphe Wilettte tarafından egzotik bir üslupla dekora edilmiş olan mekân daha açıldığı ilk gün bir efsane olmuştu. Aslında bu büyüyü mekânın dekorundan ziyade sahnede bacak sallayıp popo hoplatan ahu-dilberler yaratıyordu. Belki de sadece onlar…
Burada kadınlar hep ilk sıradaydılar, ister yıldız bir sanatçı, ister fahişe olsun fark etmezdi hiç. Oller ve Zidler mutlaka bu nedenle Moulin Rouge’u “Kadınların İlk Sarayı” olarak tanımlıyordu. Haksız da sayılmazlardı hiç. Çünkü her haliyle muhteşem bir kadınlar sarayıydı burası ve hep öyle kaldı. Günümüzde bile…
Birçok özellikleriyle tanınıyordu Moulin Rouge. Bu özelliklerinin başında da mekânın mimarisi geliyordu. O günlerde Monmartre bölgesinde yaklaşık otuz civarında yel değirmeni varmış. Moulin Rouge’un giriş bölümünün üzerinde bulunan değirmen de eski günlerdeki gibi kırmızıya boyanmıştı. Aslında bir zamanlar değirmenin ışıklı kanatları dönmeye başlayınca pencerelerinden bakmakta olan değirmenci ile karısı ayrı pencerelerden birbirlerine el sallayarak selam yollarlar, göz kırparlarmış âdeta birbirlerine.
O günkü Moulin Rouge’un bugünkü ile yakından uzaktan ilgisi yoktu pek. Kocaman dans pistinin bir kenarında küçücük bir sahneydi söz konusu mekân. Geniş bahçesinde sahnenin hemen yanında içinde amaca uygun tarzda döşenmiş bir yatak odası olan devasa bir fil heykeli varmış. Filin ayaklarının birinin içinden filin karnına bir merdivenle çıkılırmış. Sahnede ay gibi parlak yüzlü ve iç-gıcıklayıcı cazibede dilberler egzotik danslarıyla bel kıvırırken, beylerden bazıları masasını paylaştığı hanımın elinden tutarak filin ayağındaki merdivenlerden göbeğine çıkarmış. Bu arada partnerine erotik yatak dansı yaptırır, ardından da en sıcak duygularla sarmaş dolaş olurlarmış. İnsanlık tarihi kadar eski olan kadınla erkeğin “Muhteşem Valsı”nın en çılgın ve doyumsuz figürlerini yaparlarmış burada, hem de saatler boyunca…
Pek tabii ki Moulin Rouge’un ikinci ve en çarpıcı özelliği nefes kesen danslarıyla inanılmaz güzellikteki dansçılarıydı. Paris’in gece eğlence hayatına Moulin Rouge’un girmesiyle birlikte pek çok sahne gösterisi ortaya çıktı. Bunların başında da “French Can-Can” (Fransız Kan-Kan Dansı) olarak anılan “Le quadrill” gösterisi geliyordu. Bu gösteri ile başarı yıldırım hızıyla geldi. Daha ilk gece galasından itibaren yüksek sosyete mensupları, yazarlar, sanatçılar, özellikle de ressamlar Fransız Kan-Kan Dansı’nın o inanılmaz büyüsüne kapıldılar.
Dönemin ünlü ressamlarından Toulouse Lautrec bile kısa bir süre içinde Moulin Rouge’un en sadık müdavimlerinden biri haline geldi. Hemen her gece en ön sıraya oturur, parlak ve çekici dansçıları büyük bir ilgiyle izlerdi. Sahne gösterilerinin en gözde dansı kankandı. Kankan gösterisinde yer alan sanatçılar uzun siyah çorap giyer, siyah jartiyerler takarlardı. Eteklerini havalandırdıkça köpük köpük dantel jüponlar, kırmalı, fistolu, dantelli külotları ortaya çıkardı. Lautrec en ünlü poster ve illüstrasyonlarının bazılarında bu coşkuyu, heyecanı ve sıcaklığı ölümsüzleştirmişti.
Ayrıca o dönemde “Yeşil Peri” olarak anılan efsanevi içki “Apsent” de Paris gecelerinin vazgeçilmez tutkusuydu. Apsent tutkusu bu kadarla da kalmaz Paris kafelerinde saat 17.00 ile 19.00 arası “Yeşil Saatler” olarak anılırdı. Fransızlara özgü bir lezzet olarak bilinen apsent Paris’in renkli hayatına damgasını vurunca ünü dünyaya yayıldı. Paris’in yoksul ama renkli hayatını resmeden Lautrec Moulin Rouge kadar bir apsent tutkunuydu aynı zamanda. Bu da apsentin karakteristik özelliğinden kaynaklanıyordu.
Apsentin özel bir kişiliği, hikâyesi ve imajı vardı. Kadınlar dar korseler içinde vücutlarını olabildiğince sıktıkları bir dönemde bu esrarengiz lezzet onların tutkularını açığa çıkarıyordu. Kibarlar dünyasının yapmacık ve resmi davranış kalıplarından sonra bu sihirli içki hanımlara çok iyi geliyordu. Yeşil Peri kadınların bir özgürlük simgesi haline gelmişti o günlerde.
Aynı günlerde kankan dansının da Lautrec’in de gözde starı kumral dilber “La Goulue” idi. Erkeklerin dayanamadığı bir tombul güzeliydi de üstelik. Asıl adı Louise Weber olan Goulue bir çamaşırcının kızıydı. Okuma yazmayı rahibelerin yanında öğrenmişti. Müşterilerin yıkanmak üzere bıraktıkları iç çamaşırları giyer, aynalarda kendisini seyrederdi. Aklı fikri hep danstaydı. Erkekler bayılıyorlardı ona, pek tabii ki o da erkeklere…
Önce ressam Auguste Renoir ile tanıştı ve ona âşık oldu. Sonra da aşkına poz vermeye başladı. Böylece sanatçı çevresine girdi. Bir seanslık poz verme ücreti, bir işçinin kazandığı paranın on katına eşitti neredeyse. O günlere değin kimsenin adını duymadığı bu kurnaz kız, çok kısa bir zaman içinde Paris’in seks sembolü haline geldi. Fotoğrafçılara açık-saçık pozlar da veriyordu. Dayanılmaz güzelliğini herkesle paylaşıyordu hiç çekinmeden. Hâsılı Moulin Rouge’un starlığını kaldıramıyordu pek.
Lüks bir arabayla dolaşıyor, provalara tasmasından tuttuğu keçisiyle geliyordu. Lautrec’in bir an bile unutamadığı, ne yaptı etti ise bir türlü kalbinden çıkaramadığı Goulue, böylesine hoppa, fettan ve fingirnoz bir güzellik abidesiydi. Ele avuca sığamıyordu bir türlü, içi fıkır fıkır kaynıyordu âdeta.
Tüylü şapkaları, fırfırlı etekleri, şahane sahne dekorları, orijinal müzikleri ve pek tabii ki dünyanın en güzel kızlarıyla bugün hâlâ yerli yerinde Moulin Rouge. Bu efsanevi kabarede yıllar içinde Ella Fitzgerald, Liza Minelli, Frant Sinatra ve Elton John gibi pek çok ünlü yıldız şarkı söyledi.
Bugün Moulin Rouge’da Fransız kankan geleneği Doris Haug ve Ruggero Angeletti tarafından sahnelenen “Ferrie” adlı şov halen sürmekte. Bu müzikal gösteride 60 kankan kız sahne alıyor. 800 kişi kapasiteli bu güzide mekânda büyük bir orkestranın büyüleyici müziği eşliğinde yemek yemek de mümkün. Katı toplumsal kuralların hiçbiri yok burada ama âşık olmak yok. Her şey bir anlık yani…
Şen ve esen kalın…