Paranoya size bir dizi kadar uzak!
okuma süresi 4 dakika“Kötülüğün kaynağının doğaüstü bir güç olduğuna inanmaya gerek yok; yalnız bir adam her türlü kötülüğü yapabilir.” -Joseph Conrad
Uzun, hem de epey uzun soluklu Criminal Minds’ın ilk bölümü bu alıntıyla başlamıştı 2005’te. Şu sıralar sekizinci sezonuyla hâlâ devam ediyor. Her bölüm bir yazarın alıntısıyla başlıyor ve başka bir alıntıyla da sonlanıyor. Polisiye/suç dizisi severler için tükenmeyen lezzetli bir kaynak yani kendisi.
İlk sezonlarında Amerika’da reytingleriyle o zamanın gözdesi Lost’u sollayışıyla dikkat çekmişti Criminal Minds. Dizinin temel espirisi suçlu gibi düşünmece. Quantico’daki FBI Davranış Analiz Birimi’nde çalışan ajanlar, suçluların düşünce biçimini analiz ederek onlara ulaşıyorlar, yani suçluluların “profillerini çıkarıyorlar”, bu yüzden de ekiptekilere “profilci” deniyor. Dizinin bu kadar uzun soluklu olabilmesi şüphesiz bu suçluyu anlama meselesinde yatıyor; suçluyu suça iten unsurlar, onun psikolojisinin analizi, suçlunun geçmişinde yaşadıkları bizi genellikle dizi ve filmlerde hep polis/FBI gözünden izlediğimiz kriminal olayları suçluların gözünden de görmemizi sağlıyor. Dizinin Amerikan polisiye şablonlarına uymayan bir diğer özelliği ise suçluyu genellikle en baştan görmemiz. Yani katil uşak mı, bahçıvan mı yoksa ev sahibi mi klişelerine hiç girmeden peşin peşin katili biliyoruz, bizi katille değil bölüm içinde süregelen olaylarla şaşırtıyor Criminal Minds. Ha bu tabii ki dizide hiç klişe yahut çiğlik yok demek değil. Sekiz sezon süren ve her sezonu 20-24 bölüm olan bir dizinin mükemmel olması zaten pek olası da değil. Criminal Minds’ta da katillerin ne kadar zeki ve planlı olurlarsa olsunlar profilcilerle karşılaştıklarında şıp diye çözülmeleri, ajanların çoğunlukla asla yanılmaması, hata yapsalar ve olaylar hataları yüzünden daha kötüye gitse bile muhakkak son anda faciadan dönülmesi ve son kurbanın her zaman kurtarılması gibi bir takım klişeler yok değil. Ama yine de olay yerinde bulunan tek bir kıldan katili şıp diye bulan yahut sırf tanıklarla konuşarak sonuca ulaşan polis/ajanların kahramanlıklarıyla dolu polisiyelerden iyidir. Ayrıca dizinin süper dâhisi Spencer Reid’in ve bilgisayara dehası Penolope Garcia’nın da izleyiciyi diziye bağlayan güzel karakterlerden olduğunu söylemeden geçmeyelim. Zaten hikâyeler de öyle pek tırt cinayetler değil, ki asıl buna değinmek gerek.
Criminal Minds’ın en önemli özelliği belki de suçluyu analiz etme hikâyesi değil de anlatılan cinayetlerin vahşetidir. Zira bazı bölümlerde aklınız tutuluyor, “böyle bir şey gerçek olabilir mi lan?” diye kendinizi ve insanlığı sorguluyorsunuz. Genellikle zaten seri katiller üzerinde çalışan Davranış Analiz Birimi’nin üstüne gittiği dosyalar ziyadesiyle kanlı ve vahşetli. Çoğunlukla öyle 2-3 kişiyi öldürmüş “sıradan” katillerin değil, 10, 20, bazen 40, 50 kişiyi öldürmüş ve öldürmeye devam eden, manyaklığın sınırlarını çoktan aşmış, bambaşka bir insani boyutta yaşayan seri katillerin hikâyelerini görüyoruz. Kurbanlar da çoğunlukla rastgele seçilmiş kişiler oluyor. (Rastgele derken, tabii ki her katilin belli bir ‘tipi’ oluyor ve hep o tipi öldürüyor ama katilin tipine uygunsanız ve tesadüfen karşısına çıktıysanız vay halinize!) Çocuk tecavüzcüleri, kadın katilleri, aklınızın dahi alamayacağı türlü çeşit yöntemle kurbanlarına günlerce eziyet eden işkenceciler… Her türlü psikopatlığa sahne oluyor Criminal Minds. E dolayısıyla da diziyi izlerken tedirgin oluyorsunuz, “kapıyı kitledim mi acaba?” diye kontrol ediyorsunuz, pencereleri kapatıyorsunuz ve “yok artık bu kadar da olmaz” diye dehşete kapılıyorsunuz.
Hani sonuçta dizi kurgu elbette, ama belli ki gerçek olaylardan ilham alınarak yazılmış bir kurgu bu. En nihayetinde Amerika’nın seri katillerinin çokluğu ve meşhurluğu zaten bilinen bir gerçek. Neyse ki biz Amerika’da yaşamıyoruz, “böyle şeyler buralarda olmaz, buralarda insanların ölme biçimleri daha farklı” diyerek içimizi ferah tutabiliriz. Zaten Amerika’da yaşasaydım, Criminal Minds izlemeye başladıktan sonra mümkünse çok insanın yaşadığı bir apartmana taşınır, pencerelerime sağlam demir parmaklıklar yaptırır, kapıma üç beş kilit taktırır, tenha sokaklara asla girmez, muhtemelen ağır bir paranoyak olurdum. Ama dediğim gibi, Neyse ki Amerika’da yaşamıyoruz, içimizi rahat izleyebiliriz.