Şimdi sen kim bilir nerelerdesin?
okuma süresi 5 dakikaNe zaman istediysem o zaman yürüdü ayaklarımda dünya. Deli bir huzursuzluk hali bendeki. Dudak kenarlarımda kısa kısa gülümsemeler. Sigaram hep biraz alıngan. Küçük ayrıntıların, büyük bekleyişlerine özlem duyuyor ellerim. Ne yana baksam, hiçbir şey açık seçik görünmüyor. Durmadan uğurluyorum. Sonu gelmeyecekmiş gibi hatırlıyorum. Bir şeyler vardı. Kaç gece oldu unuttum. Yirmi, on, on dokuz, seksen… Sıralamanın ne önemi var ki? Akşam oluyordu. Her zamanki gibi aynı yerde onu bekliyordum ama o yoktu. Sonra ben unuttum. O da unuttu.
Dokunduğum her bedenin yitirilişe adım adım yaklaşmasındaki bu benzeyiş, gökyüzünü anlatan masallar kadar çirkin. Haksızlık etmek istemem. Sadece bir zamanlar ne de ihtişamlı kanmışım demekten kendimi alıkoyamıyorum. Bağışlayacaksanız, sizler bağışlayın beni ama yaşanmadıktan sonra hangi masal güzel ki? O yüzden, güzel kaybedişlerim var benim. Uğruna kadehler dolusu denizleri devirdiğim rüyalarım. Yok, hayır, pencerelerin bir suçu yok. Onlar yalnızca bu anlatışta bir mizansenin suç ortakları. Nefes almak uğruna açıp boğularak kapattığım bir dünyanın mandalları. Korkmayın, biraz topukları kırılsa da rüyalarımın elbet onlar da doğrulacak bu bahar akşamını karşıladığım yerde. Yol bunun için değil midir? Ben de düştüm yola. Ardımda rüzgâr gibi geçen günlerin sıcak soluğuyla.
Şu sancı geçmedi gitti bir türlü. Böyle büyük bir sevdanın, tanıdığım hiç kimseye gölgesi düşmeden hemen yanı başımdan geçip gitmesinin üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyorum. Belki zaman, şimdi değildi. Hani hep geç kalır ya birileri bir diğerine. O da böyle bir son sözün görkemine aldanmıştı belki de. Sağ elinde onlarca isyanın izi, içinde kimselerin çözemediği bir gürültüyle gelip girdi dünyama. Sonra alabildiğine büyük bir uğultu bıraktı ayak bileklerime. İşte ben o an durdum. Yürüyemedim. Kendimden geçtim. Zaman da değildi belki tüm bunlara ortaklık eden; önce korkunç bir sessizlik baş gösterdi. Evin odalarındaki şenlik alayında nereye kaçacağımı bilemedim. Ardından İstanbul dönmeye başladı. Ben soyundum. Kapıyı, birbirine karışmış seslerimizin üzerine kilitleyip kaçtım.
Beyoğlu’nun arka sokaklarından kalabalığa karışmadan Karaköy’e indim. Kısmet diye bir şey varsa şayet benim masa yine bomboştu. Galata akşama hazırlanıyordu. Işıkları bir bir yanmaya, müdavimleri kim bilir kaçıncı buluşmanın son dönemecine girmek için kapılarını çalmaya başlıyordu.
Bu salaş meyhanenin en anlamlı yerinde ben oturuyordum. Mezeler tamdı. Kavunu sevmezdim ama kavun kokusunu severdim. Rasim Amca bilirdi neleri sevdiğimi, sormasına lüzum yoktu. Gülerdi böyle dediğimde bana. Gülüşünü izlerdim. Zaten bu mevsimde kavun da olmazdı. Ama ben yine de söylerdim. “Deli kız.” derdi. Sanki ben herkes için hep biraz deliydim.
Önceleri, üniversitedeyken, sek içerdim rakıyı. Sonra ne olduysa kimin oyununa geldiysem bir daha tövbe koyamadım ağzıma susuz. Aslında nedenini biliyorum da varsın küller yerinde ağırlansın.
En kuytuda, tahta masanın kenarındaki büyük çatlakla, bir küçük rakı şişenin koynunda gelen geceyi selamlamaya hazırlanıyordum. Onca yokluğun, bu küçük ayaklara çörekleneceğini nereden bilebilirdim ki?
Taş plak henüz suskundu. Bir sigara yaktım. Bazen, içtiğim ilk sigaranın dumanının nereye uçup gittiğini düşünürüm. Hele ki böylesine yalnız ve aklım karmakarışıkken. Sanki o da alıp başını gitmeye meraklıymış gibi gelir bana. O yüzden, bilinmezliğe kaçıp gitmesin diye olabildiğince içime çekerim. İsterim ki usulca içime uzansın. İyice sokulsun. İçimde dağılsın ve orada öylece kalakalsın.
Bu gece, yıldızlar çıt çıkarmıyordu. Rakı bardağımı elime alıp deniz kenarına yürüdüm. Denizin sohbeti hep uzun olurdu. Günlerce susmadan konuşsanız sanki derinliklerinde sizi misafir edecek koca koca odaları vardı da usanmadan dinlerdi. Üzüldüğüm, kendimi hırpaladığım onca gece, kendi kavlince konuşurdu. Bilirdim, ne zaman dalgalansa bana kızmaya başlardı. Bir başıma kalmama hiç izin vermezdi. Bazen o kızardı, ben susardım. Sanki hiç tüketilmeyen bir aşkımız vardı. Hatıralarımın en sulu yandaşıydı.
Kısacık sürmüştü. O beni uyarmıştı ama ben dinlememiştim. Gidişine alışırım sanmıştım. Tanıdığım ve artık iyiden iyiye ezbere bildiğim çığlıklar duyuyordum. Nerede, kim varsa işte hepsi birer birer gelip kuruluyordu etrafıma. Birkaç yudumda beyaza bulanan bir sarhoşlukta kırıp dökmediğim ne varsa onlara da dokunmuştum. Kısacık bir an karşıma dikildin. Sana baktım. İstanbul’a nasıl sokulduysam sana da öyle sokulmuştum. Sokak sokak, cadde cadde geçivermiştim teninden. Sabah akşam bekledim seni. Vurgun bir tek denizde olmuyordu.
Dalmışım. Rasim Amca’nın omuzuma dokunmasıyla irkildim. “Kavun yok mu?” diye sordum. Gülmedi. Kaş göz işaretiyle masana geç artık dedi. Eteğimi silkeleyip kalktım. Eteğimde sabahlara kadar birbirimize karıştırdığımız gecelerin hiç geçmeyen kokusu. Belki dedim içimden, olur ya, şu rüzgâr taşır sana içine hapsettiğim kokuyla anlatamadıklarımı. Şimdi sen kim bilir nerelerdesin? Söylesene, biri olmadık yerde niye gider?
Ben sigaramı kim bilir kaçıncı defa yakarken ve yine de o bu duruma alınırken, yıldızlar göz kırpıyordu. Masaya yaklaştıkça taş plaktan bir cümle dudaklarımın kenarından rakı bardağına damla damla düşüverdi: “Ölmek istedim bir türlü ölmedim.”