Ne kitaplar çevirdim ki yoktular
okuma süresi 6 dakikaHasbelkader on yıla yakın zamandır çeşitli şekillerde çeviri yapıyorum. Makale, tez, kullanım kılavuzu, noter sözleşmesi, ihale evrakı, gübre analiz raporu, altyazı, tüzük, yurt yönetmeliği, veritabanı, bildiri, sunum ve asla aklıma gelmeyecek türlü çeşit içeriği masabaşında, işyerinde, konferans salonunda, toplantılarda, içki masalarında ve Yıldız Korusu’ndaki piknik masalarında bir dilden diğerine aktardım elimden geldiğince. Kitap çevirmeye başlayana kadar da bu işin kanserojen bir etkisi olduğundan bihaberdim.
Büyük bir yanılgı sonucunda, kitap çevirmenin manevi tatmin içeren (maddi tatmine yaklaşmasının bile mümkün olmayışı daha sonra kaleme alacağım kalınca bir ansiklopedide etraflıca incelenecektir) ve bir nevi prestije sahip bir uğraşı olduğuna kanaat getirerek körpecik zihnimi ve parmaklarımı yayınevlerine teslim etmiş buldum kendimi bir gün. Gerisi şöyle gelişti:
İlk çevirdiğim kitapta öyle hevesliydim ki, daha yayıncıyla görüşmemiz bile mümkün olamadan çeviriyi hazır etmiş, buluşmaya hazır çeviri ile gitmiştim. Editör parti kurmakla ve diğer mesleğiyle meşgul olduğu için, kitap 2 buçuk yıl civarında editörün elinde kaldı. Sonra kişisel gelişim broşürü formatına yakın bir tasarım ve baskı harikası olarak matbaadan çıktı. İlk beyaz saçlarımla birlikte. Ederi bir asgari ücret bile etmiyordu, üstüne üstlük (bana verilmesi şart olan 10 kopya haricinde) rica ettiğim +15 kopya da etiket fiyatı üzerinden hesaplanınca alacağım komik para, utanç verici bir küçüklüğe erişmişti. (Teamül ve çoğu sözleşmenin gereği olarak çevirmene kendi kitabı minimum kâr –tercihen %30+ indirim- ile verilir).
İki numara özel bir arıza çıkarmadı aslında. Zaten daha sonra kitap çevirmeye devam etmemin müsebbibi de muhtemelen budur. Ama nedir, dört yüze yakın sayfa çevirdim, tablolar çizdim doldurdum, Afrika özgürlük mücadeleleriyle ilgili makaleler okudum, Güney Asya coğrafyasında birtakım adalara Türkçede ne dendiğini bulabilmek için tuhaf tuhaf kitaplar karışıtırıp gecemi gündüz ettim. Bir aylık kira parası kazandım kazanmadım. Çeşitli üniversitelerde okutuldu, makalelere referans oldu, hazırda ve gıyabımda çevirisi ile ilgili hoş sözler edildi en azından. Bana yetti.
Üç numara en güzeli. Sen bunu çevirirsin, al al diye itelendi bana. Masada bekler buldum. İtiraz da etmedim ama aslında en baştan yıldızımız barışmamıştı. Terminolojisine hakim olmadığım bir sahaya girdiği için epey zorladı beni. Çok fazla çeviri karşılaştırması yapmak zorunda kaldım. Ona Ali ne demiş, Ayşe bunu nasıl çevirmiş derken aslında genel kültürüm de arttı bir nebze. Ama kader ağlarını örüyordu. İki numarayı basan ve bunu da basacak olan yayınevi, bu esnada çizgi değişikliğine gitme kararı aldı. Enerjisini daha popüler kitaplar basıp para kazanmak üzere kurduğu yan yayınevine aktarma kararı alan ağır devrimci patronun çok da yayın programında görmek isteyeceği bir kitap değildi artık bu “epey teorik” çalışma. Önce iş epey yokuşa sürüldü. Aylarca yayınevinde bekledi. Sonra, vaktiyle oturup çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz yayıncı telefonlara çıkmamaya, e-maillere cevap vermemeye başladı. Önden “parayla ilgili değil, bir kitap alıcam yayınevinden” diye SMS attığımda falan geri arıyordu ancak. Sonra o da kesildi. Bir gün kitabın basıldığını duydum. Yayınevini ve patronun cebini aradım, cevap gelmedi. Aradan yine aylar geçti. Sözleşme icabı altı ay içinde benim sefil telif ücretim ödenmek zorunda olduğundan ve artık süre bir seneyi de geçtiğinden “parayla ilgili” mailler ve mesajlar atmaya başladım. Yok. Yayınevine uğramalarım, yayınevinin sosyal medya hesaplarına dadanmalarım, yirmiden fazla arama ve bir o kadar e-posta tamamen bir sessizlikle karşılaşınca danışmak için Çev-bir’e gittim. Sağolsunlar beni üye yaptılar. Kitabın kovalama haklarını onlar devraldı. İki telefon sonra büyük patron lütfedip kitabın ödemesini yaptı. Bunun üzerine, hazım problemimi yayınevinin editörü de olan arkadaşıma açtım. Arkadaşım online olarak şikayetimi kendisine ilettiğinde gelen cevap şuydu: “Ben o kitap için redaktöre bir dünya para verdim, bir de kendisine mi verecektik?”. Buna ne gibi bir karşı argüman ürettiğimi hatırlamıyorum. O günü nasıl akşam ettiğimi de. Üç numara aynı zamanda beni Çev-bir ile tanıştırdı. “Örgütlü çevirmeni hiçbir tokatçı yenemez!”.
Dört numarayla internette tanıştık. Tee ne zaman bir iş bulma sitesine verdiğim ilandan yola çıkarak izimi süren Ankaralı yayıncı bin bir iltifat ile telefonlar etti, mailler attı. Cehalet, kabul ettim. Kitabın kayda değer bir ecnebi yayınevi (Routledge) tarafından yayımlanmış Edward Said üzerine bir inceleme olması muhtemelen aceleciliğimin müsebbibidir. Çevirdim. Teslim ettim. Basıldı. Basım esnasında noktalama işaretlerinin lüzumsuz bulunduğunu keşfettim. Misal, Said ve ele aldığı metinler açısından “dünyevilik” konseptini tartışan “Dünyevilik: Yazar” ve “Dünyevilik: Metin” adlı ara bölümler “Dünyevilik Metin” ve “Dünyevilik Yazar” olarak basıldı. Okuyanlar ne anladı, hayal bile edemiyorum. Tabii ki param verilmedi. Basımdan bir sene sonra kadar ulaştığım şirket sekreteri (aynı zamanda genel yayınlar editörüydü) kendisinin de altı aylık maaşı gasp edilerek işten atıldığını söyledi. Bu diyalog esnasında yayıncımın aslında bir yorgan tüccarı olduğunu öğrendim. İçime ılık bazı hisler doğdu. (Bu hikâyenin geri kalanı ekşi sözlük’te “elips kitap” başlığı altında tartışıldı. Sonra firma mahkeme kararıyla yazılanları sildirdi. Ben yine aynı şeyleri, ağzımı daha az bozarak yazdım).
Beş numara en tazesi, en bombası. Bildiğim, sevdiğim bir yazarın mühim, kıymetli bir eseriydi. Oldukça testisli bir yayınevi (İmge) tarafından 2000-3000 basılacaktı. İlk cilt işin ilgilisi bir arkadaş tarafından layıkıyla çevrilmiş, basılmak için benim üstlendiğim ikinci cildin çevrilmesini bekliyordu. Ben kitabı söz verdiğim vakitten de önce çevirdim. Metni teslim etmek için (nedense o ana kadar ihmal ettiğim) sözleşmenin tarafıma gönderilmesini rica ettim. Üç ay anlamsız bir e-posta trafiğine maruz bırakılarak oyalandıktan sonra yayınevinin elindeki telif anlaşması sona erdiğinden projeden vazgeçildiği bildirildi tarafıma. Elimde büyük boy 400 sayfa ile uzun kır yürüyüşlerine çıktım. Uzuuun zaman sonra başka bir yayınevi (ilk cildin çevirmeninin girişimleri sonucunda) projeyi yayımlama işini üstlendi. Sözleşme yaptık. On numara yayıncı, sözleşmeyle hediye kitap filan da gönderiyor. Birkaç ay sonra ilk cilt, yaklaşık bir sene sonra (geçen ay) ikinci cilt (benimki) yayımlandı. Ne telif sorunu yaşamışız, ne iletişim sorunu derken… Kitabın yayımlandığını öğrendiğim internet sitesinde kitapla ilgili enteresan bir husus nazarı dikkatimi celbetti. “Çevirmen” hanesinin karşısında benim soyadımla haşır neşir başka bir isim yer alıyordu. Böyle bir insanın olmaması bir yana, isim olarak uydurulmuş sözcük, aslında kitabın başlığından aparma idi. Bunun o siteye özgü bir tipografik sorun olduğunu umut ederek yayıncıya ettiğim telefon sonucu kara haberi bizzat aldım. O kadar eziyetin üzerine çıkan kitabın çevirmeni “bir anlık dikkatsizlik” sonucu ben değildim artık. Bu kitap şu anda “Yeni!” kategorisinde, ben olmayan çevirmeninin imzasıyla satılmaya devam ediyor.
Altı numara aslında bir numaranın az arkasından çevrildi. Yıllanırsa daha iyi idrak edileceği düşünüldüğünden sanırım, aradan bir on yıl daha geçmesi bekleniyor baskı için. Editör o partiyi kurdu, sağda solda haberlerini okuyoruz hep beraber, ama kitabın daha vakti var. Acele işe lüzum yok!
Yani, “Ben de halimce çevirmenem!”