Gonca

okuma süresi 6 dakika
Her şeye karşı özensizdim. Hayatla arama mesafe koymuştum. Mario’nun prensesi bile umurumda değildi. “Bana ne! Sahip çıksaymış manitasına,” diye düşünüyordum. Okula gitmek istemiyordum ama mecburen gidecektim. Annem iyi terlik fırlatıcısıdır. Pazartesi günü ilk ders beden eğitimiydi.

Dün gibi hatırlarım. Bisiklet sürmeye çıkmıştık onunla. Mahallenin iki sokak ötesinde bir inşaat vardı. İnşaatın önünde de ince bir kum serpintisi… Bu kumlar inşaat için küçük, benim için büyük bir adım olabilirdi. Kumların üstünden hızla geçerken aniden frene basıp etrafı toza dumana katacaktım. Onun hoşuna gider diye düşünmüştüm. “Bak şimdi,” dedim. Hızla kumlara doğru sürdüm bisikleti. Kumlar uzaktan göründüğünden daha kalın olduğu için, frene bile basamadan direksiyon hakimiyetini kaybettim. İnşaatın önündeki “Süper Lüks Konutlar” yazan reklam tabelasına yapıştım. Tabela devrildi. Benimle birlikte yerle bir oldu. Hemen toparlanıp ayağa kalktım. Rezil olmuştum ama gurur doluydum. Toplu konut faşizmine, bir gecekondu çocuğu olarak darbe vurmuştum. Sonuçta yarın öbür gün bizim evi de yıkmak, yerine apartman dikmek isteyeceklerdi. Ben bunları düşünürken o kahkahalara boğulmuştu bile. Eğlenmişti düşmemle. Onun gülümsemesi öyle mutlu etmişti ki beni, kolumun kırıldığını eve gidince fark edebilmiştim. Gülüyordu, başka ne isterdim? Mahallenin en güzel kızıydı bana göre hem. Herkes Sevim’in mahallenin en güzel kızı olduğunu iddia ediyordu. Ben bisikletten düştüğüm zaman, yüzündeki parıltıyı görseydiler, onlar da benimle aynı fikirde olurdu. Buna emindim. Ona âşık olmadıklarına sevinip, mahallenin en güzel kızı olarak görmediklerine üzülüyordum. Anneme “Bu ne yaman çelişki anne?” dediğimde beni terlikle kovalamıştı. Ahmet Kaya kasetlerinin toplatıldığı zamanlar, kötü zamanlar. Çocuktum. Nereden bilecektim?

Yine çocukluk yılları. Kahverengi dalları beyaz çiçekler süslemeye başladığı vakit, okulca pikniğe gittik. Uzun çam ağaçlarıyla dolu bir yere götürdü otobüs bizi. Otobüsten iner inmez az ötedeki banklara koşup yer kapma telaşı sardı herkesi. Banklara doğru koşmaya başladık. Sakarlık bir sivrisinek gibi, başımın belası olmuştu. Bir türlü bırakmıyordu. Koşarken ufak bir taşa takıldım. Yere düştüm ve dizim kanamaya başladı. Öğretmenler panik içerisinde yanıma koştu. Bu sırada diğer arkadaşlarım gibi, bankların oradan, onun da bana baktığını gördüm. Öğretmen “Ambulans çağırın hemen!” dedi. Öğretmenler bu gibi durumları abartmayı çok severler. “Çekilin öğretmenim yok bir şeyim,” diyerek yerden kalktım. Piknik alanına gittiğimde bütün banklar dolmuştu. Çaresizce kendi etrafımda dönerken onun sesini duydum: “Hşşşt!” Yanında boş yer olduğunu işaret ediyordu. Bana parmaklarıyla yanına gitmemi işaret etmişti ve ben ona bilmem kaçıncı kez âşık olmuştum.

Yaklaşık 8 yılım onun bana âşık olabilme ihtimalini hesaplamakla geçti. Hesap kitap işlerinde pekiyi değildim küçükken. Tarihlerle de ilgilenmezdim. Anı yaşayan bir çocuktum. Bu yüzden çok dayak yedim. Tarihlerle ilgili değildim ama kalbimin çarpıntısının artmasından ve kanımın kaynamaya başlamasından anlardım baharın gelişini. Bahar mevsiminin en güzel ayına girmek üzereydik. Ertesi gün hiç bakmadığım saatli maarif takvimi Nisan’ı gösterecekti. Annemin zoruyla sütümü içtim ve yatakta onu düşünürken uyuyakaldım. Sabah bizim sınıftan Orhan’la kantinde oturuyorduk. Birden merdivenlerden o güzellik belirdi. Önlüğünün mavisi gözlerinin mavisiyle birleşmiş, beni etkilemeye yemin etmişlerdi. Gözlerimi gözlerinden alabilmeyi başardığım birkaç saniye içinde yanındaki çocuğu gördüm. Orhan, yanındaki piçin sevgilisi olduğunu söyledi. 1 Nisan şakası olabileceğini düşündüm. Ama imkânı yoktu. Orhan öyle bir çocuk değildi. Ve benim ona âşık olduğumu bir tek ben biliyordum. Allah’a bile açılamamıştım o zamanlar.

Günler geçti, sevdamı kalbime gömdüm. Kimse anlamasın diye sıralara isminin baştan üçüncü harfini kazıdım. “Bu ‘N’ Kim oğlum?” diye soran sınıf arkadaşlarıma, “Mahalleden kız siz tanımasınız,” diye cevap verdim. Üç beş kişi bütün işi gücü bırakıp benimle dalga geçmeye, üstüme gelmeye başladılar. Öğretmen yanına çağırdı orospu çocuklarını. Pek bir şey duyamadım ama onlara “hasta o biraz çocuklar, üstüne fazla gidip bunaltmayın onu,” dediğini net duydum. Allah’a bile açılamamışken, öğretmenim nereden biliyordu o kıza hasta olduğumu? Hiçbir şey kaçmıyordu tabii öğretmenlerden. Öğretmenler odasında döndürdükleri dedikodular esnasında diğer öğretmenlere söylemese bari diye düşündüm. Artık sıralara bile kazımıyordum adını. Sıraların yerine kalbimi yıpratmayı tercih ediyordum. Aşığım diye kamu mallarına zarar vermenin anlamı yoktu. Babam hep, “Kamu malı devletin görünmez sigortasıdır. Sahip çıkmak lazım,” derdi. Ne büyük laf etmişti. Ne büyük adamdı babam. Tabii sonradan bu sözün bir devlet büyüğüne ait olduğunu öğrenince baya sinir olmuştum babama. Mezarına gidip uzunca dil dökmüştüm. Yine de ağzına o devlet adamından daha çok yakışıyordu cümle.

Her şeye karşı özensizdim. Hayatla arama mesafe koymuştum. Mario’nun prensesi bile umurumda değildi. “Bana ne! Sahip çıksaymış manitasına,” diye düşünüyordum. Okula gitmek istemiyordum ama mecburen gidecektim. Annem iyi terlik fırlatıcısıdır. Pazartesi günü ilk ders beden eğitimiydi. Pazartesi sendromum yoktu bu yüzden. Ama o gün, herkesle birlikte heyecanla gözlediğim beden dersine giremedim. Öğretmen beni sınıf nöbetçisi yaptı. Geçen hafta da ben nöbetçi olmuştum. “Ama öğretmenim…” Çok iyi nöbetçilik yaptığımı söyledi öğretmen. Tam bir görev adamıymışım. Öğretmenle birlikte bütün arkadaşlarım dışarı çıktı. Sınıfın okul avlusunu en güzel gören penceresinden dışarıyı izlemeye başladım ben de. Kızların bir kısmı voleybol oynuyor, diğerleri ip atlıyordu. Erkekler üç gruba ayrılmıştı: Futbol oynayanlar, basketbol oynayanlar, caddeden geçen arabalara taş atan fırlamalar. Bu sırada, ağlayan bir kız sesi duydum. Bir süre geçtikten sonra da ikide bir “Gonca iyi misin? İyi misin? Of inanmıyorum ya!” diye bağıran bir kız sesi daha duydum. Sesler git gide yaklaşıyordu. Bu bağırıp duran cırtlak ses bizim sınıftan Nermin’e aitti. “Gonca” dediğine göre, o da bizim sınıftaki Gonca olmalıydı. Evet, Baştan üçüncü harfi ‘N’ olan kız. Derken, sınıfta belirdi ikisi. Gonca düşüp dizini yarmış, Nermin de ‘bir talihsizliğe uğrayan kızın yanındaki çığırtkan arkadaş’lık görevini yerine getiriyordu. Gonca’yı bana emanet edip voleybol oynamaya geri döndü Nermin. Âşık olduğum kızla aynı sınıfta kalmıştım hayatımda ilk kez. Hem de bana emanet edilmişti. Gonca, ‘henüz açılmamış gül’ anlamına geliyormuş, dedeme sormuştum. O açılmamış bir güldü ama kalbimde güller açıyordu onu her gördüğümde. Yine açtı o güller. Çok heyecanlıydım, içten içe de telaşlı. Çünkü ağlıyordu ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bu duruma daha fazla dayanamadım. Ayağa kalkıp yanına gittim. Cesaretimi toplayıp “İyi misin?” dedim. Gülümsedi. “İyiyim, teşekkür ederim.” Onun gülmesiyle birlikte kalbimde bir acı hissettim. Fırlama arkadaşlarım caddeden geçen arabalar yerine kalbime isabet ettirmişti taşları sanki. “Asıl sen iyi misin? Yüzün bembeyaz oldu,” diye sordu. Ödev sorma bahanesiyle aradığım akşamlar hariç, sesine hiç bu kadar yakın olmamıştım. Başım dönmeye başladı. Çocuk yaşta bu kadar güzelliğe tahammülüm yoktu haliyle. Olduğum yere yığılıp kaldım.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.