Her şeyiyle, Afrika hariç değil
okuma süresi 6 dakika“Afrika, dünyanın en büyük ve en fazla nüfus yoğunluğuna sahip ikinci kıtasıdır” gibi ansiklopedik bilgiler veren bir yazı yazmaya niyetim yok doğrusu. Bu tür başlangıçlar, ister istemez sıkıcı ve kuru bilgiden mürekkep gezi yazılarını ya da televizyonların “gezi programı olsun da nasıl olursa olsun” diye çektiği programları çağrıştırıyor. Böyle bir yazıdan, en önce ben sıkılacağım için, kendi bildiğim şekilde bir gezi yazısı yazmak isterim. Umuyorum muvaffak olurum.
2013 yılının Ocak ayı ile Şubat ayı arasında bir ay kadar “uzun” seyahat yaptık Afrika kıtasında. Tanzanya, Kenya, Uganda, Etyopya, Zambia, Zimbabve, Mozambik, Malavi… Yetmedi, bir daha Tanzanya-Zanzibar üzerinden gerçekleştirdiğimiz gezimizi Etyopya aktarmalı Uganda Zambia uçuşu hariç, tamamını kara yoluyla yaptık. Bir aylık daire çizerek ve sonunda tekrar başlangıç noktasına dönerek gerçekleştirdik geziyi. Kıtanın devasa büyüklüğü düşünülürse, bizimki ufak bir orta “Afrika rotası” aslında ama bunca kısa zamanda, bunca uzun yol, insana müthiş bir deneyim kazandırıyor.
Tanzanya’da safaride Manyara gölü, Serengeti ve Ngorongoro milli parklarının doğal güzellikleri içinde aslan, leopar, fil, zürafa, gergedan, manda, gnu (öküz başlı antilop) gibi hayvanları yakından görmek güzeldi. Kenya Nairobi’de gittiğimiz Carnivor adlı restoranda, arkadaşlarımızın safaride gördüğümüz bir kısım hayvanları yemeleri de ilginçti (ben yiyemedim açıkçası). Etyopya’da, sadece aktarma için 15 saatlik bir sürede bile dolu dolu geçirdiğimiz “Traditional” restoranda elle yenilen yemekler içilen, bal şarabı, geleneksel müzikler dinlemek, dans edenleri izlemek ve kahve içmek çok lezzetliydi. Zambia ve Zimbabve’de, Viktorya şelaleleri büyüleyiciydi (lafın gelişi değil, hakikaten görüntü ve sesin müthiş uyumu, “büyü” denen şeye olağanüstü yakındı). Zambiya Livingstone’da, Zambezi nehri üzerinde tekneyle günbatımı görülmeye değer. Nemrut dağındaki o müthiş günbatımıyla kıyaslamak bile mümkün, o derece söyleyeyim.
Zimbabve’nin sosyalist bir ülke olmasına rağmen çok lüks ve rotamızdaki en
pahalı bölge olması ve para biriminin dolar olması şaşırtıcıydı. Malavi gölünde yüzmek harikaydı. Zanzibar’ın deniz, kum ve güneşini nasıl anlatsam bilemiyorum. İşte bunu tarif etmeye kalkarsam, klişeye çok yüz verebilirim. Hatta sıkıcı gezi yazılarına çevirebilirim aniden. Çünkü ancak büyük övgü kelimeleriyle anlatılabilecek bir deniz-kum-güneş üçlüsüydü.
Ernest Hemingway, “Afrika’da uyandığımda mutlu olmadığım hiçbir sabahı bilmiyorum,” demiş. Haksız sayılmaz, hem Hemingway’in sözü üstüne söz söylemek de bize yakışmaz fakat yaşadığımız “enteresan” şeyleri anlatmadan da olmaz. Ve tabii ki çılgın otobüs yolculukları… Hele Malavi-Tanzanya yolculuğu!
Malavi-Tanzanya arasında seyahat etmek için otobüs biletlerini almak için bir otogara gittik. Otogar daha çok “araba mezarlığı” görünümündeydi ve otobüslerden birini gösterip, “İlk mevta da bu herhalde” diye şakalaştık. Evet, yanılmadınız: Aldığımız bilet, o otobüse götürdü bizi! Deneyimin enteresanlığı bu değil, insan bir şekilde eski araçlara da alışıyor. Velakin bu otobüste tam 26 saat yolculuk yapmak çok enteresandı. İnsan, sabrının nerede sınanacağını tayin edemiyor. Hadi buna da tamam dedik. Öksüren bir otobüs, 26 saat yol. En “çılgın”ını sona bıraktım: Bu 26 saat boyunca, bilette herhangi bir tenzilat olmadan, ayakta yolculuk yapan insanlar vardı. Ayakta, bazıları çocuklu anneler ve hepsi, hiç oturmadan ayakta. Bebeğini sırtına bağlamış annelere hayret dolu bakışlarımız karşılık buldu. Bu vesileyle bebekleri yanımıza alarak, yol boyu doya doya sevebildik. İnsanlar bu “ayakta gitme” durumunu asla garipsemiyordu.
Yolda, polisler tarafından sıkça durdurulan otobüste “güçlükle yürüttüğüm” araştırma sonucu, ayakta yolcu alımının, belli ki çok resmi olmayan bir alışveriş için yaşandığını öğrendim. Otobüs şoförü, Türkiye’deki meslektaşları gibi otobüsün dolduğuna asla ikna olmadı. Yol boyunca mola yerlerinden yolcu almaya devam etti ve her defasında koridorda oturan insanları yerinden etti. Bazı mola yerlerinde o kadar uzun zaman harcıyorduk ki, şoför geride kalan birkaç yolcunun muhtemelen pek de kayıp olmayacağını düşünerek, insanlar binmeye çalışırken hareket ediyordu.
26 saatlik yolculuğumuzu hem en uzunu olduğundan, hem de diğer 10 ve 6 saatlik bilumum yolculuğumuza emsal teşkil ettiği için anlattım. Fakat şunu söylemek gerekir: Afrika şoförleri, dünyanın geriye kalanının hiç bilmediği bazı kurallara riayet ediyorlar. Virajlarda ve yokuş aşağı hallerde gazı köklemek suretiyle, ayakta durmakta büyük sebat eden yolcularla çok sık yüz yüze gelmemize sebep oldu şoförler.
Müdahalelerim ve dil dökmelerim şoförü tutarlı stratejisinden vazgeçirmeye yetmedi. Yolculuğun başında vaaz veren ve yolcuları kutsayan rahibi bile işin içine katmaya çalıştım ama nafile. Sonunda rahip bana “varacağına inanırsan, hedefe ulaşırsın” dedi. Ben de ayakta yolculuk yapan insanların rahatlıklarını ve meditatif hallerini bir daha gördüm ve yıldım. Zaten her yerden duyduğum söz de “hakuna matata” idi. Yani, “her şey yoluna girer, takma kafana”. Hakuna matata, asla dillerinden düşmüyor, keza “no problem” de. “No problem” ama çıldırmak üzeresin, yerinde bir başkası oturuyor, araç söz verdiği zamandan saatler sonra gelmiş… Afrikalıların rahatlığı, boşvermişliği gibi hasletlerine kimi zaman özendik ama bazı anlarda topluca çıldırmanın eşiğine de geldik. Ama soruların hepsinin zaten bildiğimiz bir cevabı vardı: “No problem”.
Bizimki gibi “hızlı” hayatlar yaşayan turistler için, o kısa zamanda bunca aksilik çıkması tabii ki yorucuydu. İnsan, “keşke biz de her şeye ‘hakuna matata’ diyebilsek” diyor içinden. Afrika’nın sömürge ile imtihanı çok geçmişe dayanıyor, şimdi de büyük ağabeyler çok çekilmiş sayılmazlar aslında. Halkın bu kadar “hakuna matata”cı olmasının bir sebebi de, bu sömürü işlemleri olabilir diye düşünüyor insan.
Tanıdık geldi mi size de bu durum biraz?
Kaldığımız tüm hosteller ve restoranların sahipleri Avrupalı ya da Güney Afrikalı ‘Beyaz İnsan’lar tarafından işletiliyordu. Nkhata Bay’de Malavi gölü kıyısında kaldığımız hostelde çalışanlarla bir sohbet sırasında konu buraya geldi ya da ben bilinçli getirmiş olabilirim. Neden onların da böyle bir girişimde bulunmadıklarını sormuş bulundum. Cevap çok enteresandı: Bizim (yani turistin) Afrikalı bir işletimcinin mekânını tercih etmeyeceğimizi düşünüyorlardı. Ne bizim aklımıza böyle bir şeyin geldiğini, ne de başkalarının aklına gelebileceğini anlattık, biraz coşkulu da anlatmış olmalıyız ki “biz de yapsak mı acaba?” diye birbirilerine baktılar. Kışkırtmamız belki de sonuç verir, kim bilir?
Gezinin sonu “keşke her şeyin sonu bu kadar güzel olsa!” dedirtecek kadar güzel bir kareydi. Tanzanya, Zanzibar adası. Bir Ege evladı olarak deniz, kum ve güneş
söz konusu olduğunda gerisi teferruattır. Ayrılmak ne kadar zor olsa da
Zanzibar’ın merkezi Freddie Mercury’nin memleketi olan Stone Town’un büyülü
Sokaklarını ve meydanında kurulan yiyecek pazarlarını kaçıramazdık.
Nihayetinde, uzun soluklu bir gezi de böylece bitti. Anlatılacak epey şey var aslında. Fakat tüm zorluklara, hatta kavgaya ve gürültüye rağmen tüm kara parçalarını gezmek daima çok heves verici. Afrika, kesinlikle hariç değil.