Tenhada bir masa
okuma süresi 2 dakikaİki kanatlı açılan pencerenin tam önüne yerleştirilmiş, bembeyaz örtülü bir masada oturuyoruz. Çengelköy’de, henüz buldozerlerin girmeye yeltenmediği, kendimi hâlâ İstanbul’da olduğuma ikna edebildiğim bir kıyı mahallede ben ve o. Öğle rakısına niyet etmişiz. Bizden başka kimse yok etrafta. Karşıdaki kâgir evin dışı silme mor salkım. Dirseğimi yaslıyorum pencerenin pervazına, uzatıyorum burnumu dışarı, bahar gelip abanıyor zihnimin kapılarına… Yazın bezdirici sıcağından gölgelere kaçacağımız zamanlara daha var. Güneşle henüz dostuz. Kediler bir kışı daha geride bırakmanın haklı zaferiyle, kendilerini güneşin anne kollarına teslim etmiş. Bazısı yoldaki güneş lekelerine açmış karnını, bazısı kurumaya bırakılmış çamaşırlar gibi duvara serilmiş, kenardan sallandırmış patileri. Kedilik müessesinden öğreneceğimiz çok şey var.
Sessiziz. İçim taşıyor taşmasına, yine de Boğaziçi’nin tüm eski ruhlarının çevrelediği şu efsunlu masada tek bir lafım, Süreya ustaya selam olsun, sanki hırsızın devirdiği eşya olacak, öyle geliyor o an. Ona bakıyorum. Gözlerinin içinde yıldızlar var, gerçek çizgi film yıldızları. İstanbul’un kıyısında bir masada, hayatın kıyısında bir adam. Uçurumda açan çiçek.
Uzanıyorum kadehime, bir yudum alıyorum, tutamıyorum kendimi, “Abi” diyorum, gülümsüyor, “Teşekkürler.” Bakıyor yüzüme, sorar gibi. Utanıyorum. “Ne için bilmiyorum, sorma. Ama öyle işte.” Bir şey demiyor.
Yüzünde onu ilk tanıdığım an keşfettiğim kadim bir şey var. Eski bir ruh o. Yaşı olmayan. Sanki yüzyıllardır İstanbul sokaklarını, kentin altındaki tünelleri arşınlıyor, hikayeler biriktiriyor. Bir insan ömrüne sığmayacak bilgeliğin sakinliği var onda. Damarlarında kan değil Boğaz’ın tuzlu suları dolaşıyor. Onunla ne zaman iki tek atsak, üzerime denize açılmış da her yanım iyota bulanmış gibi bir ferahlık gelmesi bundan. Ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu. Cilasız, sahnesiz, provasız onunla her şey. Birbirimizi arka kapıdan almışız hayatlarımızın içine hep. “Ortalık dağınık, kusura bakma”larımız olmamış bizim hiç.
Gözlerinin içine bakıp da oradan dünyaya balıklama daldığım bir adamla, usulca denk gelmişim hayatın kızılca kıyamet kavgası içinde, tenhada bir masada rakı içiyorum. Zamanı azıcık durdurabildiysek memnunuz. Tek gayemiz bu sanki. İnsanı insana değdiren, iki insanı yan yana koyan, sıradan bir Boğaziçi hikâyesi işte. Giriş, gelişme, sonuç. Hepsi bu kadar.