Mey Hikâyeleri – Tefrika IV

okuma süresi 5 dakika
Tuğçe Güleç bu defa Ankara'dan ses veriyor: "'Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin. Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime. Kum gibi ezip geçme. Söyleyemem derdimi, kimseye dermân olmasın diye.' Acınacak vaziyetteyiz, belki de değiliz."

Günlerden Kuğulu Park.
Ankaralı olmayan insan bencilliğiyle, fazla tertipli buluyorum bu yepisyeni hâlini. Alçakça.
(Alçakça olan, bunu yazanın mayasında.)

tugce2

Hepşehir Ankara. Nasıl ve hangi ara böyle çok sevdim bu bozkır toprağını, hatırlamıyorum. Terra Rosa mıydı gerekçem; bu aslında bir çeşit kız kafası mıdır hiç bilemiyorum. Tek bildiğim; Ankara’nın çokçağrışımlı, her geldiğimde yaz sıcağında kana kana su içmiş ferahlığı yaratan bir kara parçasına evrilmiş olması. Her geldiğimde, daha da.
Ben Ankara’da yaşasam, hep yürürüm durmam.
Buralarda bana inanmak zerkeden bir şey var. Kendimle de alâkalı bir şey. Daha çok susmakla, daha hakiki sevmekle, daha hep yek’likle, sahiden kederlenmekle alâlaklı bir şey.
[Su akar, deli bakar] (*)
Tam da şu anda.
Yan banka bir genç kadın oturdu meselâ; baktı baktı suya, çekti gitti sonra.
Ensemden boynuma doğru bir serinlik iniyor, buraya her gelişimde Burçin’den ödünç aldığım Ankara parkamın içinden içinden.
Var, (anneannem duysun bunu) var benim de ısınmak için bir şalım elbette. Bozkırda azıcık serinlik aklımı yerinden çıkarıyor sadece.
“Âh bir de ara çayı olsa, boynumun şalsız yerine anne atkısı Ankara’da” diyordum ki tam;
-“Çay içer misiniz” dedi ortacı ağbi.
Böyle de hevesle bir çay isteyen olmuş mudur acaba dedim, ortacı ağbiye gür bir cevap verdikten sonra.
-“İçmem mi hiç!”
Parkın siyah kuğuları, en evvel toz oluyor ortalıktan.
Fena hâlde hoşuma gidiyor bu durum.
Çayım biteyazarken, işte beklediğim telefon. -“Sakarya Caddesi!” diyor Sinan.
Biri Alan’s Persons Projeckt’e , diğeri bir festivale ait iki tane plâk kolumun altında; vedâ ediyorum kişisel “göğe ve suya bakma durağı”ma. Mitari’nin Gelini tıngırdıyor bahtlı kulağımda.
Ben tam da bunları yazarken, susuveriyor fıskiyeler.
Kardeşimin, “Ben Ayşekadın fasulyenin suyunu çektirmeyi Barış Bıçakçı’dan öğrendim” demesini düşünüyorum;
Sakarya Caddesi’ne doğru yürüyorum. Sakarya Caddesi, İnkılâp Sokak, 3/ C.

tugce3

“Oluşuna bırakarak” meyhâne yazmaya teşnelik harikulâde. Bir zamanların Kinder sürpriz yumurtası, otuzunun rakı masaları. (-Marka ismi vermezsek yalnız. -Afedersiniz sayın editör.)

Aftak.
– Çıngı .
Yerin altına doğru inerken, Rembetiko’lardan Ankara’ya doğru fırlatılmış bir resim karşılıyor bizi kapıda. O resimden anlıyorum ki; aşağısı, yukarıda Sakarya Caddesi varmış gibi değil. İşte sonunda, söz gelimi Eminönü’nde bir esnaf meyhânesi bulmuş olmak tam hissim.
Çift kanatlı kapıdan girdiğimde, ağzımda sarsak bir sırıtış. Yanılmamış olmamın mağrur komutan edâsını saklayamadığım muhakkâk. Mağrur duyguları ancak onlara çok aşina olanlar beceriyle saklarlar hem. Hislenmek konusunda ben tam bir üretim hatasıyım.
Çıngı’yla sarılışmamak elde değil. Tuğladan iç duvarlar, balıkçı ağları, nefis bir fasıl ekibi -bal ve kan dolaşıyor hepsinin damarında, belli- burnumun ucundan bir çimdik alan rakılı koku ve duvarlarda her biriyle hiç değilse birer defa iki yabancı olarak rakı sofrasına oturmak istediğim Yeşilçam artistleri.
Yeşilçam artistlerinin, hâttâ daha yekünde bütün bir ‘sinema’ mazîsinin meyhânelerde daima posta kutuları var. Sanırım yüzlerce mektup onlar. Pek çok defa okuduğum; pek çok defa başka kavrayışlarla, birbirine değmeyen duygulanımlarla okuduğum, yine de her biri aslında ‘hiç okunmamış’ olan yüzlerce mektup. Çünkü sinemanın da, aynı rakı gibi, her tek’te seni başka bir şeye dönüştüren bir Mesih yanı var. Tam da bundan belki, her meyhânede “iyi bir beyaz peynir” kadar olmazsa olmaz.

Beş kişilik bir masadayım.
[Herkes herkesle dostmuş gibi.] (**)
Birbirimize benzer yanlar buluyor, çıkarıyor, sıkı sıkı tutunuyoruz ona. Bile bile lâdes dediğimiz bir kumar biçimi bu. O küçük benzeşliklere sahip çıkıyoruz dede inandıyla. Her birimiz aksi insanlarız muhtemelen ve/ama; az rastlanacak masalarda âşık bir ergen oğlanın coşkusundan başka tüm o tragedyaları kapıda bırakıyoruz. Hemi de tek ayak üstünde.
Ben Tavukçu’yu yazmak istiyordum. Harem-Sirkeci vapuru gibi bir “baht dönüşü” yaşadım.
Beş kişilik bir masadayım, bir ağızdan söylüyoruz:
[Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız] (***) Kuğu gibi boyunlarımız.
Zeytinyağından bahsediyoruz. Sonra kurutulmuş domateslerden. Turşu kurmaktan ve likörler yapmaktan.
Herşey o kadar kendiliğinden, öyle serbest salınımlı ki; kendimi önleme gereği duymuyorum.
İç’ses, en çok kendine mezâlim. ‘Çok mu konuştum acaba’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum, ama rakı kanımda raksetmeye başladıkça da coşkulanıyorum. Daha az tanıdığın insanlarla daha güzel hissetmeler; Ekim Devrimi’nden beri bu dünyada var sanırım. Keşke bütün bir ömür, “çok” olan herkesle “az”a kanaât getirerek geçebilseydi.
Dilediğinde -sırf paşa gönlün öyle istediği için ve kimsenin seni sanık yapmayacağını da bilmenin konforuyla- kalkabileceğin masalardan bahsediyorum. Ve de çok benzer şekilde, sırf balkonda sigara içmeyi tercih ettiğin için ‘alkışlamak zorunda kalmadığın’ gösterilerden…
Aklımda binbir gecenin binbir Şehrâzat masalı çalkalanırken; fasıl ekibi bizim o beş kişilik Laleli masamızı durak yapıveriyor.
Herkesten bir şarkı isteği. Başka deyişle, herkesin bir tek hâkkı.
Haklarımızı gaddarca kullanıyoruz, demek bütün iç’sesler, bizim masalarımızda, hep en çok kendine mezâlim.

Dördümüzün (dört ‘ser-ayıkken de hoş arkadaşın) kurduğu cümle, üç aşağı beş yukarı şöyle bir şeye tekâbül ediyor hâmiş;
“Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin. Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime. Kum gibi ezip geçme. Söyleyemem derdimi, kimseye dermân olmasın diye.” Acınacak vaziyetteyiz, belki de değiliz.
Sonra moderatörümüz çıkıyor işin içinden, necedir aklımıza düşmemiş bir musikiyi ruha gıda yapıyor;

[Ben gamlı hazan, sense bahar; dinle de vazgeç…]

tugce4

Bunu yazan; rakı, efsun mudur ağu mu
pek emin olamadan yazıyor. Rakı güzel, emin olmaya çalışmak beyhûde.
Saçlarımızın arasına kaçan anason tozu, tüm bu beyhûdeler silsilesinin belletmeni gibi. Ondandır masalardaki rakkase hafifliği. Kinder yumurta. Sevgili editör. İstihza serbest. O yüzden.

 (*) Boğazköy’ün anonim deyimlemesi.

(**) Barış Bıçakçı’nın aynı isimle yayınlanan ilk romanı.

(***) Cemal Süreya’nın Üvercinka şiirinde geçen mülhem dize.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.