Bahçenin ucundan görünen baba
“Makber”in kabir kökünden olduğunu, sonradan birilerinin “gömüt” dediğini ikimiz de bilmiyorduk. İkimiz: Ben ve benden beş yaş küçük kardeşim. Babam ve amcam çok da uzak olmayan bir seyahate çıkmışlardı, onlar yoldayken kar bastırmıştı, yolda kaldıkları bilgisinin ardından eniştemiz de onların peşine düşmüştü ve toplamda üç kişiden haber yoktu. O zamana kadar kar benim için, arabaların üzerinde erimeden bizim oraya gelen bir şeydi. İnsanların coğrafyalara dair sabit fikirleri var. Mesela benim büyüdüğüm yeri çok kar yağan, kışın yolları kapanan, kim bilir ne zorluklarla okula gittiğimiz bir yer olarak düşündü insanlar ve kimsenin kötü niyeti yoktu. Nihayetinde benim de coğrafyalarla ilgili sabit fikirlerim var. Ama pek anlatamadım ki, ben çocukluğum boyunca sadece bir kere kar gördüm. Onda da babamla amcam yollarda kaldı, onları bulmaya giden eniştem de bir yerlerde mahsur kaldı. Dümdüz, “bir ovanın düz oluşu gibi” dümdüz bir yerde büyüdüm ben. İnsanlar yukarıdaki dağ eteğinden ışıklarına bakıp “ne güzel” dedi sonradan. Oysa kazın ayağı perde perde.
Makber’in ne manaya geldiğinden ben emin değildiysem de, evin öteki üyeleri emindi. Belli ki emindi çünkü artık yavaş yavaş taziye durumunu alan evimizde, salonun ucundaki büyük divanın köşesine sinip o küçücük sesiyle “Her yer karanlık” diye bağırmaya başlayan kardeşim, zaten ağlamaya teşne herkesi daha çok ağlatıyordu. Kirli beyaz ahizeli telefonun çalmasını bekleyen bir dolu insandık ve kardeşim nereden duyduysa “Her yer karanlık” diye bir şarkı söylüyordu. Şarkıya başladıktan sonra insanların neden daha çok ağladığını ise, şarkının “acıklı” oluşuna yormuştum. Mesele başkaymış. Makber, kabir demekmiş. Kabirden birinin sesiymiş hatta o ilk çığırış. Şarkının devamını söylemesine imkân yoktu bizimkinin, çünkü o sıralar “ayağıma prangalar taktılar”ı, “ayağıma bir andalar taktılar” gibi fantastik yapıbozumlarla meşguldü. Prangaya “bir anda” diyen birader, tabii ki “Her yer karanlık”ta takılı kalıyordu. Meğer Zeki Alasya-Metin Akpınar filmlerinden birinde duymuş “Makber”i de. O ki tamamını söylemesi zaten namümkünmüş. “Her yer karanlık pür nur o mevki/ Mağrip mi yoksa makber mi ya Rab/ Ya habgah-ı dilber mi ya Rab/ Rüya değil bu, ayniyle vaki// Kabri çiçekten bir türbe olmuş/ Dönmüş o türbe bir haclegahe/ Bir haclegahe dönmüşse türben/ Aç koynunu aç maşukanım ben” dizelerini nasıl söylesin? O yaşta bunu söyleyebilecekse zaten neden o yaşta olsun? O yaşta bizim gözümüz neden bu kadar telefona kilitli olsun?
Yıllar sonra “bahçenin ucunda görünen babaya koşmak” dediğim, “gurbet kar yağan şehirlere düşmekmiş” dediğim, “mağrip bilmem ben maşrık bilmem” dediğim de aslında gider bu “Makber” icrasına dayanır. Hâfız Burhan dendiği an, aklıma üşüşen bütün bu şeylerin o enfes icrayla yoğun bir alakası var şüphesiz ki.
Ve bana nedense o şarkının şu Fuzûlî beyitini anımsatması:
“Esîr-i gurbetiz biz, senden özge âşinâmız yok
Ayağın kesme başın çün, bizim mihnetserâlardan”
Sonra babamlar döndü, montlarının perişan olduğunu ve yalınayak bahçenin ucuna doğru koştuğumu iyi anımsıyorum. Oturduk, hep beraber “Şemsiyemin ucu kare”yi söyledik sonra. Yok, söylemedik. Ama söylesek güzel olmaz mıydı?
Hâfız Burhan’ın canına değsin. Biz onun sesiyle daha çok rakı içelim.