“Meyhanede bulduk biz bu kemali”
okuma süresi 5 dakikaMey, Farsça kökeni itibariyle “mayalanmış içki” demek. İngilizcedeki “mead” ile akraba bir kelime. Türkçede de bir zaman şarap karşılığı olarak kullanılmış. Sonradan bütün içkileri karşılayacak bir anlam genişlemesine uğramış ve bugün halen gündelik hayatımızın içinde olan bir terkibe sebep olmuş: “Meyhane”. Hane kelimesini de halen kullanıyoruz “ev” yerine. Meyhane, “mey evi” manasına geliyor en kaba haliyle. Erkan Oğur ile İsmail Demircioğlu’ndan bildiğimiz bir abdal nefesinde Edib Harabî bu yüzden söylüyor: “sevâb almak için içeriz şarap/ içmezsek oluruz düçâr-ı azap/ senin aklına ermez bu başka hesap/ meyhanede bulduk biz bu kemali”.
Türkçenin mey ile, meyhane ile, rakı ile mazisi çok derin ve münbit bir mazi. Klasik şiirde, “gerçeğin” değişkenliği meselesi uzun zamandır akademisyenleri ve konunun uzmanlarını uğraştırıyor. Burada biz bununla ilgilenmeyeceğiz; şarabın, “arak”ın, sonradan rakının şiirlerde sıkça anıldığını ve övüldüğünü biliyoruz. Halil İnalcık’ın Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab – Nedimler Şairler Mutribler kitabı bizi bu konuda etraflıca bilgilendiriyor. Gene İnalcık’ın Şair ve Patron’u, meseleyi patronaj üzerinden okumasından gayrı, şiir meclislerinin ve arak meclislerinin nasıl yapıldığını görmemiz için temel kaynaklardan biri. Evliyâ Çelebi’nin, olağanüstü emeğin ürünü olan Seyahatnâme’si de, bütün Osmanlı coğrafyasına bakmak için bize topografik veri sağlaması açısından çok kıymetli: Hangi şehirde kimin ne içtiğini, hangi toplulukların hangi içkiye yüz verdiğini bu çok mühim eserden takip etmek mümkün. Kolaylıkla denebilir ki, Türkçenin “edebiyat”la ilişkisinin olduğu neredeyse her yerde “mey” vardır, “rakı” da hiç şüphesiz büyük bir eşlikçidir. Bazen edebiyatın bizatihi “konusu” olarak, bazen “sebebi” olarak, bazen de aslında “sonucu” olarak.
Rakının, “bu topraklar”daki karşılığı “âdab-ı işret” gereğidir. Rakının adabı, mezesi, muhabbeti, müziği, içilme yöntemi, seçilen kadehi ve daha birçok şeyi bu “âdâb-ı işret”ten el alır. Hiçbiri zorunluluk değildir elbet, dayatılmaz ama bilinir ki, rakı masasına oturan biri aslında kendiyle birlikte epey eski bir tarihin ve kültürün birikimini de meclise taşır. Bunda “edebiyat” asla dışarıda kalmaz.
Rakı ve edebiyat ilişkisi söz konusu edildiğinde, herkesin ağız birliği ederek söylediği bir ilk isim vardır: Ahmet Rasim. 1865 doğumlu muharririmiz, içkiye Darüşşafaka Lisesi’nde konyakla başlar ama sonradan sıkı bir rakıcı olur ve “rakı edebiyatı”nın oluşmasına büyük katkılar sağlar. Rakının, güncel olarak en temel başvuru kaynağı olan Rakı Ansiklopedisi’nde Ahmet Rasim maddesini yazan Erol Üyepazarcı’dan aktarıyoruz: “İçki meclislerinin sözü sohbeti aranır baş kişisiydi. Çok sevdiği, bestekâr ve güfte yazarı olarak emek verdiği klasik Türk müziği bu sohbetlerin vazgeçilmez bir öğesidir. Belki üstadın tek kusuru bu meclislerdeki tatlı söyleşilerden kopamayıp bazı zamanlar evine geç gitmesi ve her zaman saygıyla söz ettiği karısını üzmesidir. Geç kaldığı bir gecenin sabahında karısı Heybeliada’daki evinden uğurlarken, “Sakın geç kalma erken gel, artık tahammül edemiyorum, bu gece gün batmadan gel,” diye rica eder. Ahmet Rasim, vapurda karısının kendisini çok üzen sitemini bir şarkı güftesi yapar ve dostu Tatyos Efendi de şu unutulmaz şarkıyı besteler: ‘Bu akşam gün batarken gel/ Sakın geç kalma erken gel/ Tahammül kalmadı artık/ Sakın geç kalma erken gel’”
Rakı denince akla şüphesiz ki, Türkçenin şah dizelerinden biri de gelir ve o incecik zayıf adam. “Rakı şişesinde balık olsam” diyen Orhan Veli Kanık. Rahatlıkla denebilir ki bu dize, şiirin “en yüksek alkollü” dizesidir. Hatrına bardaklar yapılmış, bu isimle meyhaneler açılmış, dizeye sayısız nazire yazılmıştır. “Gariplerin Orhan’ı” ile birlikte adı anılacak başka bir şair de, Cumhuriyet sonrasının Garip’ten sonraki en büyük kalkışması olan İkinci Yeni’nin lokomotif şairlerinden, şiirin “ğ vitamini” Cemal Süreya’dır. Kadıköy’de, sonradan onun adı verilecek sokağa, Cihan Seraskeri Sokak’a taşınıp “Kadıköy İskelesi’ne en yakın oturan şair benim” diyen, “hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka/ keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diyen büyük şair Cemal Süreya. Haftanın bir günü Sirkeci’ye iner, Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde oturur rakıya. Haftanın bir günü de Kadıköy’deki Hatay Meyhanesi’ne. Sonradan Bostancı’ya taşınacak olan Hatay, aynı zamanda bir “kültür derneği” olan tek meyhanedir. Ve “defter”i olan. Şimdi şapkası ve çantası Hatay Meyhanesi’nde duruyor halen, Mehmet Ali Işık’ın gözleri doluyor Süreya’dan söz edilince. “Şurada içmişliği var mesela ama en çok Kadıköy’deki yer tabii ki…” diyor.
Sadece şairler mi? Meyhaneler de. Lambo, Yakup, Refik, Çiçek, Despina, İmroz, Cumhuriyet, Tavukçu, Piknik… Memleketin dört bir yanında, hepsi de ayrı ayrı anlatılmaya değer birçok meyhane ve onun etrafında oluşmuş büyük hikâyeler. Ve tabii ki başka şairler, yazarlar, entelektüeller, “sıkı müdavimler” de… Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Oktay Rifat, Edip Cansever, Hayalet Oğuz, Turgut Uyar, Yusuf Atılgan, Tomris Uyar, Ece Ayhan… Yaşar Kemal, Selim İleri, Refik Durbaş, Orhan Koçak, Akif Kurtuluş… Anlatmakla ve saymakla bitmez. Türk edebiyatı tarihi, biraz da “anason tarihi”dir.
Yine Edib Harabî’ye kulak verelim biz: “bize takdir olmuş kalu beliden/ anınçün sakin-i meyhaneyiz biz/ sakahüm hamrını ta ezeliden/ içtik dost elinden mestaneyiz biz”
Taraf gazetesinin Etraf ekinde aynı başlıkla yayımlandı: http://www.taraf.com.tr/haber/meyhanede-bulduk-biz-bu-kemali.htm