Romantik bir Erzurum tatili
okuma süresi 7 dakikaSigortacı’nın yazıhanede oturuyoruz, üstümüzde palto-atkı, kafamızda bere; cebi-akrepli it, elektrik sobasını yakmıyor inatla. Gelen müşteri bizi öyle görünce, “Çıkmak üzereseniz herhalde,” deyip geri dönecek oluyor. “Sigortacı,” diyorum, “şimdi şurda iki gıdım alektrik parasından tasarruf etcem diye bizi ağlatıyosun ayazdan; akşam birahanede üç birayı çekince masanda ne kadar at hırsızı varsa, hepsinin hesabını ben ödiycem diye efelik yapacaksın. Ne öğrendim ben bu işten a… koyiim?”
Sıçan kılıklı, kıh kıh gülüyor, lafı ona değil de başkasına söylemişim gibi. “Abi çıkarız şimdi nasıl olsa, o yüzden yakmadım,” diyor.
“Oğlum,” diyorum, “sen saatin farkında mısın lan? Daha öğlen yemeğinden yeni geldin, nereye çıkıyosun?”
Bakıyor muhabbet uzadıkça köşeye sıkışacak, tabak suratı gölgeleniyor, tam konuyu değiştirecekken, kapı çalıyor, bakıyoruz Sigortacı’nın yeğeni Cuma. O ara fark ediyorum, bayram tatili yaklaştı tabii, yabanda üniversite okusun diye gönderdiğimiz bütün bu şaşkın oğlanlarla kızlar yavaş yavaş damlayacak, caddede turlarını atacak, eşe dosta esnafa uğrayıp hoşbeş edecek, sorsunlar da büyük şeerdeki çılgın hayatımdan iki kuple anlatayım diye milletin gözünün içine bakacak, lisedeki götdeşleriyle toplanıp ipini koparmışçasına içip muhabbet edecek, tatil bitince de bizi burada kendi halimize bırakıp çılgın hayatlarına geri dönecekler.
Neyse buyur ediyoruz Cuma Efendi’yi, amcası çayını söylüyor hemen, “Anlat lan,” diyoruz, “sevdin mi müptezel İstanbul’u?” Başlıyor anlatmaya. Henüz ergenlikle gençlik arasındaki tehlikeli sınırı tam olarak aşamadığından, Cuma’nın muhabbeti en iyi, en sevgi dolu günümde bile çekilecek şey değil, ama onunla aynı okulda, üç sınıf üstünde okuyan Mediha Abla’nın gabazeyn oğlu Erdal’la ilgili anlattıkları sayesinde zevahiri kurtarıyor Cuma.
* * *
Bizim Mediha Abla’nın şaşkın oğlu Erdal, Erasmus mudur nedir, onun sayesinde bir yıllığına İstanbul’a gelen Polonyalı bir kızcağızla sevgili olmuş, artık nasıl bir gaflet anında evet dediyse zavallı kız.
Romantik olacak ya bizim salak, kızın aklını alacak; bir Cuma akşamı okuldan çıkmışlar, artık hangi filmde gördüyse, “Gel,” demiş kıza, “havaalanına gidelim, ilk uçak nereye gidiyorsa ona bilet alıp haftasonunu o şehirde geçirelim.” Gör işte irktiğin paralar kimlerin kursağından geçiyor, dallama Erdal’ın babası Hayırsız Şefik. Neyse, kız da ne desin, heyecanlanmış tabii, tamam demiş. Salağın parası da yok, aldığı kredinin hepsini çekmiş, azıcık da sağdan soldan borç, cukkayı sağlamlaştırmış. Atlamışlar taksiye, doğru havaalanı. Cebinde vizesi mi var şaşkının, pasaportu bile yok, tabii ki iç hatlara gitmişler. Tutmuş elinden kızın, heyecanlı heyecanlı girmişler içeriye, ilk gördükleri ekrana yönelmişler. Bakmışlar ekrana, ilk uçak nereye kalkıyor diye? Erzurum!
Cuma zaten hikâyeyi bu kadarda bıraksa yeri, somsur suratlı Sigortacı bile kahkaha atıyor. Neyse, devamı var. Sığır Erdal, girmiş tabii bir yola, erkekliğe bok sürecek değil, “Tamam,” demiş kıza, “Erzurum’a gidiyoruz, çok şanslıyız, güzel bir şehir olduğunu duymuştum.” Kızın tabii haberi yok Erzurum’dan falan, hayatında duymamış. Mevsim de Kasım bu arada, İstanbul’da hâlâ bahar havası var, bunların üstünde öyle laletayn birer mont, ne bereleri var, ne kaşkolları, ne kışlık ayakkabıları. Şövalye Erdal, gitmiş hemen THY bankosuna, içinden de dua ediyor, inşallah uçak doludur diye. Kız az-buz Türkçe bildiğinden numaradan bir şey sorup, sonra “doluymuş” demeye de cesaret edememiş. Oysa ekrandan bakmış, bir sonraki uçak İzmir’e gidiyor, hafta sonu kaçamağı için en ideal mekân. Neyse, yer varmış uçakta, almış bu salak biletleri, süklüm püklüm binmişler Erzurum uçağına. Tabii kızımız ırkının her türlü özelliğini taşıyan sarışın, uzun boylu, ak benizli bir Leh dilberi. Bunların uçağa girmesiyle beraber birdenbire tüm bakışlar Erdal’la kızın üzerinde toplanıvermiş.
İnmiş bunlar gece vakti Erzurum’a, hava zehir gibi, eksilerde. Sen Erdal gerizekalısı, kızı etkileycem diye üzerindeki montu da çıkarıp ver ona. Bir incecik gömlekle, bekçi tenasülü gibi kalmış ayazın orta yerinde. ‘Abi buz kestim şerefsizim, otel bulup yerleşene kadar değnek gibi oldum,’ diyormuş Cuma’ya. Neyse servisle şehir merkezine gelmişler, orada sağa sola sorup orta dereceli bir otel bulmuş, girmişler, otel kâtibi bakmış bunlara, bizim salak, herifin nursuz nursuz bakmasından anlamış zaten sorulacak soruyu, “Evlilik cüzdanımız yanımızda değil,” demiş, tutmuş kızı kolundan, çıkmışlar. Neyse, dallama artık soğuktan donmak üzereyken el mecbur oradaki lüks otellerden birine götürmek zorunda kalmış kızı taksiyle.
Tabii deve yüküyle para bayılmış otele, hatta kız Pazar gecesi de kalmak istemiş, Pazartesi işim var diye uydurup üçüncü günün parasını hiç değilse kurtarmış. Ertesi gün dönüş bileti almaya giderlerken, dönüşü otobüsle yapmayı teklif etmiş kıza, yol boyunca manzaranın ne kadar şahane olacağından falan dem vurup. Kızımız tam ikna olmak üzereyken, bizim dallam Erdal’ı tarumar eden o ölümcül soruyu sormuş. Kaç saat sürüyor? 16 rakamını duyunca, gözleri yuvalarından fırlayan Polonyalı yavrucak, en sevimli yüz ifadesiyle bizimkine sırnaşıp, “Erdaaal uçakla dönsek olmaz mı?” deyince, Erdal kafasında babası Hayırsız Şefik’le kavga etmeye başlamış zaten. Zira Polonyalı kız üşümesin diye alınan pahalı, kaşe paltodan sonra nakit bitti bitecek, biletler illâ ki kartla alınacak, hem de üzerinde Hayırsız Şefik’in adı yazan bir kartla. Ayazın altında şehir merkezindeki THY bilet bürosuna doğru giderlerken, Erdal’ın beyninde şiddet dolu, korkutucu sahneler birbirini takip ediyor.
Erdal kedi yavrusu gibi büzüşmüş yalakalanıyor mesela: ‘Ya babacığım, sen zor durumlar için veriyom demedin mi ek kartı? Bundan zor durum mu olur? Arkadaşımız Erzurum’da mahsur kalmış, çaresiz, beş parasız. Biz de görevimizi yaptık, gidip çocuğu aldık geldik.’
Hayırsız Şefik öfkeli: ‘Lan dürzü, hadi gittin kurtardın, otobüsle dönsenize hayvanlar. Ben 50 yaşıma geldim, ömrümde uçağa binmedin lan. İt sıpası!’
Neyse dönüş biletleri falan da alınmış. Kız gelmişken Erzurum’u gezmek görmek istiyor. Serseri Erdal da bunu sürekli otele götürmek istiyor. Tabii bunun birinci amacı Erdal’ın 20 senelik açlığı, ama daha önemli bir sebep var, o da Erzurum halkının tuhaf, her an kavga çıkarmaya meyilli bakışları.
Sigortacı’nın yeğeni hikâyenin gerisini kısa geçiyor, ama asıl önemli ayrıntıyı sona saklamış çakal. O gün bunlar Çifte Minareli Medrese senin, Üç Kümbetler benim bütün gün romantik romantik dolaşmışlar, artık Üç Kümbetler’in nesinde, nasıl romantik olunacaksa. Bir gece önce yol yorgunluğu bahanesiyle püskürtülen dallama Erdal, o kadar para harcadık, artık tahsilat yapalım tıynetiyle kızı yavaş yavaş lüks otel odasına doğru sürüklemeye çalışıyormuş. Ama ne! Kızın canı şarap çekiyor. İllâ ki bakkaldan ucuz bir şarap alacaklar ve bu kadim, etkileyici, soğuk şehrin sokaklarında aynı şişeden şaraplarını yudumlayarak el ele, kol kola yürüyecekler.
Erdal denen mal değneği, işte bu anda başına geleceklerini anlıyor ama ne yapsın! İkna çabaları yine sonuçsuz, korkutma girişimleri başarısız, hele de fettan kızın “Korkuyor musun yoksa Erdal?” diye sormasından sonra, Erdal’ı kim alıkoyabilir o şarabı bulup, Erzurum sokaklarında o kızla içmekten?
Kim mi alıkoyabilir? Pek tabii ki milliyetçi, muhafazakâr, vatansever, mütedeyyin ve de yiğit Erzurumlu gençler!
Uzun aramalardan, yine lüzumsuz harcanan taksi paralarından sonra söz konusu şarap bulunuyor. Eee artık Erzurum gibi bir yerde, akşamın o saatinde şarap bulmuşsun, bir mucizeye imza atmışsın, bırak değil mi işin ucunu. Erkekliğe bok sürmeyi göze al, anlat kıza efendi gibi vaziyeti, gidin otelinize, ne bok yiyecekseniz yiyin. Ama Erdal’da o sağduyu, o izan olsa; adı dallama Erdal olmazdı zaten.
Ara sokakların birinde üç-beş tosun postayı koyuyor buna, “Birader burası Erzurum, öyle sokaklarda şarap içmek olmaz,” falan diye. Erdal hıyarının hâlâ bir şansı var aslında o noktada. Alttan alsa, babasına yaltaklanırkenki ruh haline bürünüp, “Tamam abi, bak misafirim var ayıp oluyo, biz de zaten otelimize gidiyorduk,” falan dese, mevzu büyümeyecek. Ama seninki şarabı çekmiş zaten, kıza da hava basacak ya, diklenivermiş bunlara. Ondan sonrası tabii içler acısı. Dört tane ayı yavrusu, giriş sen bunlara, yer misin yemez misin!
Neyse, dönmüş bunlar İstanbul’a. Romantik Erdal’ın göz mor, kol kırık, yüz göz dağılmış. Üstüne bir de yatağa düşmüş o ayazı yiyince, kız bundan ayrılmış, işin kötüsü o akşamı hastanede geçirdikleri için emeline de ulaşamamış gerizekalı.
* * *
Sigortacı soruyor hikâyenin sonunda: “Gelmeyecek mi bayram tatiline? Bir de kendi anlatsaydı hikâyeyi.”
Cuma cevap veriyor: “Nasıl gelsin be amca. Babası ümüğünü sıkacak. Onların tekstilci bi tanıdığı varmış Sultanbeyli’de, oraya soktu babası, çalışıp kredi kartıyla harcadığı paraları ödesin diye. Derslerden sonra overlok yapmaya gidiyor.”