“Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla…”
okuma süresi 4 dakikaBazı kitapların sayfaları aralık kalır. İsteseniz de o kitabın sayfalarını tozlu raflar arasında diğer kitaplarla yan yana koyarak kapatamazsınız. Çığırtkandır. Kendini fark ettirmek, farklı kılmak ister. “Milena’ya Mektuplar” da benim için öyle. Belki de içinde gözyaşı biriktirdiğim her kitap her “şey” benim için daima aralık…
Bir defasında ikisi arasında geçen bu mektuplaşma faslına ortak olmaya çalışmıştım. Hatta ona yakın mektup yazmıştım. Yüzüm nedense Kafka’ya daha bir dönük. Hani elimde olsa koşup yardımına gideceğim. Onlar birbirlerini her ne kadar çok iyi anlasalar da imkânsızlıklarla baş etmenin zorluğu, bambaşka bir anlamsızlığı çıkarıyordu karşılarına. Kafka’nın hayatla bağının ince bir çizgide ve yaşamaktan korkuyor oluşu, aralarındaki ilişkiyi zorlaştırıyordu. Onunki büyük bir yabancılaşmaydı. Zaten iki yıl süren mektuplaşmalardan sonra Kafka: ”Artık gelme, daha fazla gelme” diyerek bu aşka bir son verir.
Milena, şöyle demişti Kafka için: “Hayatımda tanıdığım en garip insanın o olduğunu fark ettim ve hayatta hiçbir şey beni, onun kalbinin içini azıcık görebilmek kadar etkilemedi.” Bu cümle her ne kadar hayata sıkı sıkıya bağlılığı ve canlılığıyla bilinen Milena tarafından söylenmiş olsa da birbirlerini sürekli iten ve çeken bir aşk içinde hem Kafka’nın Milena’ya hem de Milena’nın Kafka’ya olan aşkının ne anlama geldiğini görmek için yeterli diye düşünüyorum.
Belki de Kafka’nın: “Yorgunum. Tek istediğim, yüzümü kucağına koymak. Başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.” diye umutsuz anlarında yazdığı bu cümleler nihayetinde gerçekleşmiştir. En azından böyle hissetmek o kitabın neden aralık kaldığını anlatıyor bana.
Şimdi ben susayım ama yine benim kalemimden Kafka ve Milena aralarında yeniden mektuplaşsın.
Viyana… Korkulu Düş/üm
Sensizliğin o pis, karanlık ve boğucu sokaklarında dolaşırken çocuk gibi korkuyordum koynumda kokunla sürüklenirken. Anlatabilsem inanır mıydın? Tam otuz sekiz yaşındaydım. Üç defa metale sokulmuştu parmaklarım. Biri çok alıngandı ve öylesine kırılgan. Beş yıl çekti benden. Diğeriyse; hani şu Prusya Yahudisi, sağlam kızdı. Belki de bu yüzden az çekti benden. Acısı da sağlam oldu…
Peki ya ben?
Dört beş yıl kadar önceydi. Pencere pervazlarından sonra ilk defa sana dayanmıştım -ki o zaman başkalarıyla (y)atıyordu kalbim. Oluk oluk kanadığım, uykusuzluktan sarhoş dolaştığım gecelerde birbirine bakan iki kapının ardındaydık, birbirinden uzak. Sokulmaya korkmuştum. Şimdi, sıkıntılar köreltiyor arzularımı kavuşamayacağımızı düşünüp oyunlar oynarken… ve korkularımı deşifre ediyor içimdeki yaramaz çocuk, bir dönemeçte yeniden rastlarken sana.
Ne olur anla beni! Ciğerlerimdeki hastalığın sebebi benim! Sonrası… Sonrası önemli değil! Belki zorla belki de güçlü bir yemin gibi yaşamaya alıştım. Ya da alıştırıldım…
Viyana… Korkulu düş(üm). Gelirsem, dayanamam. Her şeyi alt üst ettiğimi biliyorum. Yine de sen, söyleyebildiklerimden daha fazlasını anla. Benden bu kadar!
L Sokağı
Bir tarih daha yazılırken, acılara sürgün gözlerinde hapsoldum yorgun geçmişine. Durmadan yükseliyordu suların ve sen meydan okuyorken yalnızlığına, perdelerin hep kapalıydı, aralamaya korkardım. Faturasız aşkların oldu senin bedelini sonradan ödediğin. Ve kaç hain sancı, ölümüne susadığın. İstesen de bu geçmişi yok edemezsin!
İntihara meyilli, ölüm gibi vuran ko(r)kunla tanıştım ilk! Söylemeye cesaret edemediğim sözcükleri yontuyordu *posta kutularına bıraktığım, incinmiş birkaç cümle. Ki o zaman ben de korkuyordum. Korkularım, pusudaydı. Tren yolculuğuna isteksiz adımların kuşatıyor bu şehri gölgelerde. Adımı anarak yürüdüğünü söylediğin sokaklarda, saklanacak bir yer arıyorum. Bakışların darmadağın.
Sessizce durduğun duraklar kadar uzaksın şimdi Viyana’ya. L sokağında yalnızım ve Riva Oteli kan kusuyor gözlerime gittiğin günden beri.
Sen yine de söyle! Susarsan dayanamam.