İzmir bilir ya…
okuma süresi 5 dakikaSoğuk bir kış sabahı İzmir’deyim. İzmir’in soğuğu olmaz demeyin basbayağı soğuk hava. İş için buradayım ve akşam dönüş saatine kadar yoğun bir gün beni bekliyor. Hemen Konak’ta alıyorum soluğu. İşimi halledip Balçova’ya, oradan da Çiğli’ye geçeceğim. Bu arada şirket mağazalardan birinde markadan sorumlu olacak bir çalışan konumlandırmayı planlıyor. Ben de şirketi temsilen o aday ile görüşeceğim. Bol koşturmalı bir günün akşamında Karşıyaka’da görüşmek için randevulaşıyoruz. Bir kafede buluşacağız. Telefonda buluşma saatini söylediğimde sesinde bir tereddüt seziyorum. Meğer Güzelyalı’da oturuyormuş ve kırk beş dakika içinde Karşıyaka’ya gelmesi çok zormuş. Tabii bunu bana telefonda söylemiyor, sonradan öğreniyorum.
Karşıyaka’da hava kararıyor, tam işten çıkış saati. İskele caddesi bir hayli hareketli. Caddeye kurulan denize nazır masalar dolmaya başlıyor yavaştan. Sokaklarda bir temaşa. Bugün bir şey olacak gibi hissediyorum. Güzel bir şey olmalı, bilemiyorum. İzmir kışın da hayat doluymuş diyorum kendime. Masalardan yükselen kahkahalar yaz akşamlarını anımsatıyor. Mutlu insanlar görmek güzel şey. Karşıyaka’ya ilk kez bu kadar dikkatli bakıyorum. Vapurların ışıklarına, midyecilere, otobüsten inenlere. Işıl ışıl parlıyor Karşıyaka. Attila İlhan’ın dizeleri düşüyor aklıma;
On iki sıfır beş’te İzmir’de bir yıldız kaydı
İmbat durmuştu kan ter içindeydim
Akdeniz’in elindeydim söz temsili
Işıklı bir tesbih Karşıyaka’ydı
Derken buluşma yeri olan kafeye ulaşıyorum. Bir çay söyleyip beklemeye başlıyorum. Tam vaktinde geliyor. Karşıma oturuyor, konuşmaya başlıyoruz. İsmi Ece’ymiş. Ne güzel isim. Ama kendi isminden de güzel. İzmir’in kızları güzellikleriyle meşhurdur biliyordum. Fakat bu gördüğüm yalnızca güzellik olarak adlandırılacak bir şey değil. Ne konuştuğumu hatırlamıyorum. Onun ne söylediğini de. Ama o günkü bakışlarını, ellerini, saçlarının parlaklığını hala hatırlıyorum. İri gözlerindeki bana nerede olduğumu unutturan o ifadeyi hatırlıyorum. İş görüşmesi olduğu için ciddi bir tavrı var doğal olarak. İçimden “Ah bir gülse ne güzel olur kim bilir” diyorum. Görüşme bitmesin istiyorum ama konuşacak bir şey de yok. Hiç konuşmasak da olur aslında, ben sadece onu izlesem. Hatta o başka tarafa baksa da olur. Görüşme sona eriyor, giderken arkasından bakıyorum. Yanıp sönen bir deniz feneri gibi gözden kayboluyor. Kapının önüne çıkıp bir sigara yakıyorum. Neydi bu şimdi? Taa İstanbul’dan kalkıp geldiğim şehirde gördüğüm rüyanın en güzel yerinde uyanmış gibi hissediyorum kendimi. Telefonuma kaydederken ismini büyük harfle yazıyorum “ECE” diye. Telefonun ekranına bakıyorum, “Vay be” diyorum “Ne güzel isim”…
Uçağın kalkmasına biraz daha zaman var. Bir yerde oturup rakı içmek istiyorum. Ece’nin güzelliğine içmek istiyorum. Karşıyaka ışıldıyor gözlerimin önünde. Kim ne derse desin, rakı kalbe iyi geliyor biliyorum. Efkarı anasonla yıkamak iyi geliyor. Hem İzmir’de değil miyiz? Rakı içeceğiz elbet. Atatürk’ün Naim Palas’daki Rum gencine dediği gibi;
– Sizin Kosti (Konstantin) burada rakı içti mi güneş batarken?
– İçmedi paşam.
– E o zaman sormadın mı be çocuk, ne halt etmeye almış İzmir’i?
Bir yandan rakımı yudumlayıp bir yandan İzmir’i seyrediyorum. Güzel İzmir’i. Cumhuriyetin kalesi olan, içinde iyi insanların yaşadığı aydınlık İzmir’i. Antik çağda “La Perle de I’lonie” denirmiş İzmir için. Yani “İyonya’nın İncisi”. Bu unvanı hak eden bir halet-i ruhiyesi var İzmir’in. İnci gibi parlıyor Ege’nin kucağında. Ama ayrılık vakti gelip çatıyor. İki saat içinde İstanbul’da buluyorum kendimi. Her şey kaldığı yerden devam ediyor…
Yılda iki üç kez gidiyorum İzmir’e. Ece, bizim şirketin İzmir’deki mağazalarından birinde çalışıyor. Aradan iki yıl geçiyor. Bir sonbahar günü İzmir’e yolum düşüyor gene. Bizim ekipte tüm mağazalarda çalışanların katılacağı bir yemek tertip ediliyor Alsancak’ta. Ece de geliyor. Bir ara karşılıklı oturuyoruz, havadan sudan konuşuyoruz. Gecenin sonunda otele gidiyorum. Tam iki yıl önceki gibi hissediyorum kendimi. Böyle güzellik olur mu? Rüzgarlı bir tepede nazlı nazlı salınan bir gelinciğe benziyor. Teninin beyazı deniz köpüğü gibi ferah, gözleri bayram sabahı gibi huzurlu. Elmacık kemikleri ay gibi parlıyor. Yine düşüyor aklımın orta yerine, yaz sıcağında sığınılan serin gölgeler gibi… Yatağa uzanıp bir sigara yakıyorum. Cep telefonumdan radyoyu açıyorum alaturka falan bir şeyler bulurum diye. Aslı Güngör’ün şarkısı çalıyor radyoda; “İzmir bilir ya, fallar çıkmaz ya, kimse bilmez ya, ben de kül oldum yandım..”. Malum sosyal paylaşım sitesine girip şarkının sözlerini yazıyorum. Akşam yemekte içtiğim rakının da etkisiyle gözlerim yavaş yavaş kapanıyor. Sabah uyandığımda telefonumda bir mesaj görüyorum. Ece göndermiş; “Fallar bir gün çıkacak umudunu yitirme” diyor.
O kış günü Karşıyaka’da gözlerine hayranlıkla baktığım İzmir güzeliyle üç yıldır evliyiz şimdi. Bir buçuk yaşında bir oğlumuz var.
Bugün günlerden Pazartesi. Ece’min doğum günü. Yaşamanın şarkısı onun gülüşünde saklı. Boşuna dememişler “İzmirli bir kadın gülümsediğinde gönlünüz deryalar içinde yıkanır” diye…