Mâni Oluyor Hâlimi Takrire Hicâbım
okuma süresi 7 dakikaO Boliç formasını gerçekten istiyordu çocuk. Mahalle takımının yıldızı olması biraz da o formaya bağlıydı. Ama bir çocuk için de, orta halli bir memur ailesi için de pahalı bir formaydı Boliç forması. Ama bir insan bir Boliç formasına sahipse bütün mahalle takımlarının vazgeçilmez forveti olur diye düşünüyordu çocuk. Ve epey haklıydı.
Her gece o forma, her gece Boliç, her gece mahalle takımı.
11 numaralı bir Aykut forması vardı çocuğun. Ama o yıllarda Emlak Bankası reklamlı Aykut forması istediğini elde etmesi için yeterli değildi. Bir de Sony reklamlı bir Del Piero forması vardı. Ama mahallenin topçuları Del Piero’yu hiçbir şekilde takdir etmiyordu. Boliç Boliç hep Boliç. Elvir Boliç.
O yıllarda yaşadığı yerlere yakın bir yerde tatil yaptığını duymuştu Boliç’in. Bu haberi aldığı zaman da daha bir dikkatle bakmıştı sokaklara. Sonra mucize gerçekleşmiş ve Boliç’i bir gece vakti Bodrum’un meşhur barlar sokağında görmüştü. Gördüğüne elbette inanmayacaktı ama Boliç’in yanında Behzat Uygur’u da görünce rüyada bile böyle saçmalık olmaz diyerek gördüklerine inanmıştı. O formayı o günden sonra daha da çok istemeye başlamıştı. Hele bir de o sezon Boliç’in Manchester’a attığı golü de görünce hayatındaki ilk hırsızlık eylemini gerçekleştirmeye çok yaklaşmıştı çocuk.
Birinci derece akrabalarından bir şey çıkmayacağını çok iyi biliyordu. O yüzden neredeyse her gün bisiklete biniyor iki üç mahalle aşıp babaannesinin evine varıyordu. Babaannesi onu salona alıyor, adına hiçbir anlam veremediği bir topçunun formasından bahseden torununa hep iyi davranıyor ama bu isteğini gerçekleştirmeye de pek yanaşmıyordu. Babaanne zengindi. Daha doğrusu babaanne hep “zengin” imajı yaratmıştı çocukta. O yüzden ona gidiyordu, o yüzden Boliç forması babaannesinin yüzüyle birlikte beliriyordu düşlerinde.
Çocuğun annesi ve babası aralarında konuştuklarında babaannenin ekonomik durumundan sık sık bahsederlerdi. Son aylarda bu bahislere “zor durumda galiba” “eskisi gibi değil galiba” “bize söylemiyor galiba” gibi lafların da karıştığını işitiyordu çocuk. Ama onun için fark etmezdi. Zira babaannesi yüzlerce plak ve bu plaklara eşlik eden kocaman, gümüş bir gramofona sahipti. Ayrıca evi de bahçeliydi. Bunlar yeterliydi çocuk için, ne yaparsa yapsın babaannesi zengindi onun gözünde.
Çocuğun Babaanne Seferleri Osmanlı’nın yüzyıllar içinde sık sık yaptığı Eflak ve Boğdan seferlerine benziyordu. Her seferde sanki işler hallolmuş, o formaya o Eflak’a, o Boğdan’a sahipmiş gibi hissediyordu kendini. Ama evine döner dönmez başarısız olduğunu fark edip yeni sefer hazırlıkları yapıyordu.
Bu sırada mahalle takımını da hiç ihmal etmiyordu çocuk. Mahalle terzisine yaptırdıkları atletten formalar çok dandikti elbette. Ama takımı ciddiye almalarını engellemiyordu. Bisikletlere binip diğer mahalleleri ziyaret ediyor orada gördükleri çocuklara “Sizin mahallenin takımı var mı?” diye soruyor, varsa anında maç yapıyor, yenerlerse bisikletlerine binip mahallelerine geri dönüyor, kaybederlerse de bir iki kavga çıkarıp, taş atıp, yine mahallelerine geri dönüyorlardı. Çocuk mahalleye her dönüşünde yeni açılan spor mağazasının önünde bir müddet duruyor ve Boliç formasına bakarak efkârlanıyordu. Bu efkârlanma spor mağazasının tam karşısında duran Antikacı Hüseyin’in çocuğu çağırıp oralet ısmarlamasıyla sona eriyordu. Seviyordu Antikacı Hüseyin’i, mahalle takımına sahip çıkanlardan biriydi o. Bütçeye destek vermiş, mahalle formalarını yapan terzinin indirim yapmasını sağlamıştı. Çocuk o dükkânda durup ne kadar önemli olduğunu hiç anlayamadığı vazolara, koca koca saatlere bakar, kısa süren bu ilginin ardından başını uzatıp tam karşıdaki spor mağazasına bakmaya devam ederdi.
O Cumartesi babaannesi biraz tuhaftı. Ne çocuğu geçiştirip evine yollamıştı ne de önceden yaptığı gibi çocuğun ikna çabalarını gülerek izlemişti. Onu yine salona almış, başını okşamış, ama hiçbir şey söylememişti. Gerçekleştirdiği tek eylem ise gümüş gramofona ilerleyip titiz bir şekilde, yavaş yavaş kutusundan çıkardığı bir Safiye Ayla plağını çalmak olmuştu. Çocuk babaannesini fazla yorduğunu düşünüp utandı. Özür de dilemek istiyordu ama Safiye Ayla’nın sesi ortamı daha da ağırlaştırmıştı. Tek bir söz bile söyleyemedi. Babaannesinin o güzel zencefilli ve limonlu çayını içip susmaya devam etti. Arada sesin yükseldiği tertemiz gramofona bakıyor ve o gümüş aletin üzerine özenle yazılmış babaannesinin parlayan adını okuyordu: Dilistan.
Mahalle takımında ise işler hiç iyi gitmiyordu. Kaçırdığı golleri de, kaybedilen maçları da bir türlü sahip olamadığı Boliç formasına bağlıyordu çocuk. Bütün bunlar yetmezmiş gibi mahalle takımının kaptanlığını da atılan penaltılar sonucu Alper adlı mal bir çocuğa bırakmak zorunda kalmıştı. 10 yaşında bir çocuk ancak bu kadar mutsuz olabilirdi.
O gün yine maç vardı. Takım kaptanı olmadan çıkacağı ilk maçtı. Hatta Alper denen mal büyük ihtimalle onu forvetten alıp ofansif orta saha oyuncusu olarak kullanacaktı. Ne kötü bir dünyaydı bu böyle. Hayat ne boktandı. Balkondan mahalleye bakıp bunları düşünürken annesi geldi yanına. “Babaannen aradı. Seni çağırıyor” dedi. Çocuk babaannesinden bir forma haberi duyma ümidinden çoktan vazgeçmişti. O yüzden pek heyecanlanmadı. Büyük ihtimalle yine başını okşayıp onun gönlünü alacaktı. “Ne fark eder. Hayat zaten boktan” diye düşündü çocuk. Aşağı inip bisikletine bindi. Babaannesine giderken aklında hep o günkü maç vardı. “Kesin koyacaklar bize. Hele o Almancı çocuk da geldiyse var ya, yıllarca unutulmayacak bir hezimetle karşı karşıya kalırız. O çocuk da Kaiserslautern yıldız takımından mı gelmiş nedir, her seferinde bilmediğimiz çalımlar atıyor, ayak dışıyla vurmak diye bir şey yapıyor. Koduğumun artisti. Defans hattımıza hiç güvenmiyorum o çocuk karşısında” diye düşünüp efkârlanmaya devam etti çocuk.
Babaannesine vardığında büsbütün çökmüştü. Yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Babaannesi gülümseyerek karşıladı onu. Her zaman olduğu gibi salona almak yerine mutfağa götürdü çocuğu. Yine zencefilli – limonlu çay biraz da kek verdi ona. İkisi de bir önceki ziyarette olduğu gibi hiç konuşmuyorlardı. Aralarında 60 yaş fark olan iki insan ancak bu kadar birbirini tamamlayabilirdi. Çocuk çayını bitirince babaannesi ona yaklaştı ve başını okşamaya başladı. Sonra fısıldar gibi “Git benim yatak odama bir bak bakayım. Orada bir şey var senin için” dedi. Çocuk cümleye nokta konmadan koştu babaannesinin odasına. Sonra o gömme dolaba asılmış formayı gördü. Dünyanın bütün havai fişekleri patladı çocuğun sesinde. Sadece forma olsa bile yeterdi. Ama babaannesi şortuyla, dizlikleriyle, çoraplarıyla tam bir Boliç forması almıştı çocuğa. Anında giydi formasını çocuk. Şortuyla, dizlikleriyle, çoraplarıyla komple bir topçuydu artık. Sonra ayna karşısına geçip baktı kendine. “İşte şimdi dağıttım ulan hepinizi” dedi dünyanın tüm mahalle takımlarını kastederek. Mutfağa koştu. Babaannesine sarıldı. “Giysilerimi burada bıraktım. Maçtan dönünce alıcam” dedi. Babaannesini öperek evden çıktı.
Mahalleye geldiğinde takım arkadaşları bisikletleri üzerinde onu bekliyordu. Kimse neden geciktiğini bile soramadı. Alper büsbütün morarmıştı. Bir üstündeki mahalle takımının dandik ve atletten formasına bakıyor bir de çocuğun parlayan Boliç formasına bakıyordu. “Hadi gidelim” dedi çocuk. Bisikletlilerin en başında gitme işi kaptanlara has bir durumdu. Ama o maça giderken herkes kaptanın Alper olduğunu unutmuştu. Çocuk parlayan Boliç formasıyla en önde sürüyordu bisikletini. Dönülecek sapaklarda eliyle işaret yapıyor, yavaşlamalarını istediğinde ise yine eliyle “sakin” işareti yapıyordu. Bu kez hem Eflak hem Boğdan hem de o Almancı çocuk babayı yiyecekti. Bundan emindi. Spor mağazasının önünden geçerken bu kez hiç o tarafa bakmadı. Antikacı Hüseyin tarafına dönüp bir selam çakacaktı. Biraz yavaşladı ve “Maça gidiyoz Hüseyin amca” diye bağırdı. Dükkânın önündeki Antikacı Hüseyin de “Yenmeden gelmeyin çocuklar” deyip alkışladı onları. Çocuk bu alkışa karşılık vermek için zilini çaldı ve Antikacı Hüseyin’e selamını çaktı. Bu hareketi yaparken vitrinde tanıdık bir şey gördü. Daha da yavaşladı ve en sonunda durdu çocuk. Arkadaşları ne olduğunu anlamadılar ama onlar da durdular.
Bisikletinden inip vitrine doğru yaklaştı çocuk. Attığı her adımda o günün futbolu bıraktığı gün olacağından emin oluyordu. Vitrinde dünyanın en güzel isminin parladığı gümüş bir gramofon duruyordu.