Makûs Talihim
okuma süresi 7 dakikaali cüneyd’e
“ikinci dereceden işsizlik yanığı”
Aslında buradan düşersen en fazla bacağını kırarsın, hadi olmadı belini incitirsin de ömür boyu sırt ağrılarıyla uğraşırsın. Ama söz konusu ben olunca… Başım da nasıl ağrıyor. Ne demeli, alışmıştım artık; hayattan güzel şeyler beklememeye, bir işimin rast gitmemesine, istediğim şeylere öyle hemen kavuşamamaya, öncesinde bol ter ve gözyaşı dökmeye. İnsan böyle alışınca da mutlulukların kıymetini daha iyi biliyor, daha güzel şükrediyor da işte o mutlulukları da fark edebilmek lazım. Keçiboynuzu gibi oluyor zira, yiyorsun yiyorsun, pek faydalı olacak hadi yemeye devam edeyim diyorsun, sonrasında ise ağzında garip bir tat; acı mı tatlı mı buruk mu belli değil. Buna da şükür…
Daha annemle başlamış benim talihim. Kendisi öyle pek normal standartlarda değildi, değildi ama o öyle olmasa bende böyle olmazdım elbet. Çok televizyon izliyordum çocukken, ekranın karşısında büyülenmiş gibi kalakalırdım, annem sağolsun hazır hayal edilip bir de filmi çekilmiş şeylerle ilgilenmektense aklımın içindekileri keşfetmem için dürtükler dururdu, dururdu ama işte çocuksun eline kalem kağıt almak ne mümkün ki ben bahçede top bile koşturmayı sevmezdim. Gerçi bu hoşuna giderdi, “bacağını çalıştıracağına elini çalıştır” diye diye tepemden inmezdi. Nasıl olmuşsa olmuş, yine böyle “bırak şu boş işleri de al eline kalemi bir şeyler yaz” diye tutturduğu bir gün ucuna elma dilimi takılı bıçağı bana doğru uzattığında sen elma düş, bıçak benim sağ omzuma girsin, kızdı bir de annem bana, ne dikkatsizmişim diye, çıkarmadı o bıçağı oradan, inanmadınız mı, inanın, akşam babam gelene kadar omzumda bıçakla bekledim, kanamıyordu ama sızım sızım sızlıyordu, hala daha bir rüzgârda kalsam içinde fırtına kopar gibi olur. O günden sonra yazmaya başladım, yazmak iyi geliyordu. Ama bir tek annem okuyordu, kardeşime okutmuştum da bir kere, defterimi kaptığı gibi mahalleli çocuklara götürmüştü. Sonra ne zaman onlarla karşılaşsam böyle ellerini tuhaf tuhaf şekillere sokmalar, kaş göz oynatmalar falan… Sinir bir durumdu, ben de kendi kendime takılmaya başladım, okuyor, okudukça “ben bunlardan daha iyi yazarım” diyordum.
Üniversiteye girdiğimde iyice sessizleşmiştim; kütüphaneden çıkmıyor, kitaplardan başımı kaldırmıyordum, kırmızı bir hırkam vardı, uğur bellemiştim, onu giydiğimde ilham perilerinin geleceğini, bir oturuşta sayfalarca yazacağımı düşünüyordum. Yazıyordum da ama yazın zor oluyordu o hırkayla gezmesi, yanına oturduğum insanlar hemen yüzlerini ekşitiyor, bir şey sorsam duymazdan geliyordu, 4 yıl idare ettim öyle arkadaşsız, eşsiz-dostsuz, ama son sene bir kız vardı, bana bakıp bakıp dururdu, ben de bakmaya başladım, yakınıma oturmaya başladı, ben de onun olduğu yerlere gitmeye başladım. Birgün kütüphaneden aldığım kitabı fotokopi çektirirken bunalmış dışarıda bekliyordum, birden onla göz göze geldik, karşı yoldaydı, bana bekle işareti yaptı, kalbim yerinden kopacaktı, hemen güzel bir şeyler düşündüm ona söyleyebilmek, onu güldürebilmek için, fark etmiştim hiç gülmüyordu, benim gibi. Sonra nasıl olmuşsa olmuş bir araba çarpıvermişti ona, havada uçuşunu ve sertçe yere düşüşünü gördüm. Koştum yanına. “Üşüyorum kırmızı elma.” dedi, gülümsedim, çıkardım hırkamı üstüne örttüm. O da gülümsedi.
Ondan sonra yazamadım uzun süre, hırkam da onunla gitmişti zira. Yeni bir hırka da istemiyordum. Yine geçtim televizyonun karşısına, hiçbir şey yapmadan, düşünmeden geçen onca zaman sadece yedim yedim yedim. Yazamadıkça konuşacak yetilerimi de kaybettim. Annem daha fazla dayanamadı, “Al bak.” dedi, “bu Sercan, hem sana arkadaş hem de kardeş olsun, biraz insan içine çık.” Kocaman hasır şapkalı bir adam, çocuk desen imkânı yok, genç desen bilemedim denir mi? “Nerden buldun bunu?” demedim, annem o, bulmuştur. Birkaç gün sonra, “sizin işinizden, yemeğinizden gına geldi.” deyip elimize para tutuşturup kovaladı bizi, ayrı eve çıktık. Başlarda iyi gibiydi, benim aksime o yaşamayı da biliyordu, geziyorduk, bar-meyhane dolaşıyorduk. Kızlarla flört etmeye başladığında ise yanında 148 kiloluk birini istemiyordu, sonraları bana yemek vermemeye başladı, çok aç kaldım, açlığımı unutayım diye hayaller kurmaya, adını bile soramadığım o kızı düşünmeye başladım. Öyle ki bazı geceler, karşımda etiyle buduyla belirir, bana “yaz” derdi, “yazdıkça kendini bulacaksın.” Tekrar başladım yazmaya. Yazdıkça yazıyordum, yazarken başka bir dünyaya gidiyordum sanki. Mutluydum bile denilebilir. Birgün eve geldiğimde her yer talan edilmişti, hırsız girmişti besbelli. Bilgisayarım, defterlerim, çıktısını aldığım dosyalarım yoktu. Bir telaş karakola gittim, annemi kaybetmiş gibi acı çekiyordum, polislere anlatırken ağlamaya başladım, sonra yine o kaş göz hareketleri, acayip el işaretleri… Umutsuzca çıktım, eve döndüm, Sercan’ı bulup içmek hiç ayılmamak istedim. Ulaşamadım, o da hayatımdan çıkacak günü bulmuştu yani diye düşündüm.
Günlerce yataktan çıkmadım, “açlıktan öleyim bari” dedim, olmadı, annem kapıyı çilingire açtırmış, “vay oğlum, vahlar oğlum” diye diye bağırıyordu, onu duyuyordum duymasına ama ne elimi oynatabiliyordum ne de ses çıkarabiliyordum. Bedenimde kilitlenip kalmıştım. Aylarca da öyle kilitli kaldım, annem sabah bir koltuğa oturtuyor, televizyonu açıyor, alışverişe, güne, gezmeye gidiyor, evde temizlik yapıyor, oraya buraya koşuyor, bense olduğum yerde bıraktığı gibi bekliyordum; ne kanalı değiştirebiliyor, ne de yerimden kalkabiliyordum, elimin-ayağımın bile farkında değildim, hiçbir şeyim bana ait değilmiş gibiydi, ancak birisi bana dokunduğu zaman bedenimin farkına varıyordum, bu haldeyken insan çişini bile tutamıyor tabii, yazık annem otuz yaşımda tekrar altımı bezledi. Şimdi aklıma gelince en çok ona üzüldüm bak. Başım da iyice ağrımaya, uğuldamaya başladı, dayanılacak gibi değil.
Neyse, ne anlatıyordum, öyle işte yeniden bir bebek olmuş çıkmıştım, ama bebeklerin bile bir aklı olur, ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu haber verir, bense bir çuval yükten başka neydim ki? Ama anneler hele ki benimki gibi inadım inat cinsi olanlar evlatlarından öyle kolay vazgeçmiyorlar. O da vazgeçmedi, yavaş yavaş açıldım. Bu sefer aynı şeyleri yaşamamam, kendimle uğraşmamam için beni bir işe sokmaya karar verdi. Kolu komşu, akraba kim varsa haber gönderdi, şehrimizin ileri gelenlerine hatta milletvekillerine gitti geldi, beni o halimle memuriyet sınavına bile soktu, benim yerime internetten iş başvuruları yaptı, yaptı da işte öyle ha denilince hele de okuldan mezun olduktan bunca yıl sonra iş bulması kolay değil, imkânsıza yakındı. Yine de bir-iki saçma iş mülakatına girdim; denizde bir teknedesiniz, yanında şu var, fırtına çıktı ne yaparsın gibi saçma salak sorular mı sormadılar; üstümüze üstümüze gelip hor görüp, neredeyse aşağılar tarzda tavırlarla sabrımızı, metanetimizi ama en çok da ne kadar biat edeceğimizi ölçmeye mi çalışmadılar… Ama en dayanılmazı da toplu mülakatlardı; resmen birbirimizi yiyorduk, en iyi köle benim diye. Bense bir köle olamayacak kadar talihliydim, bin şükür. En sonunda bir arkadaşın aracılığıyla köpek gezdirme işi bulmuştum, iyi de gidiyordu, tüm gün park bahçe geziyordum, annem pek memnun değildi yine yalnız kalacağım diye ama doktor açık havanın bana iyi geleceğini söyleyince, dertlenmekten vazgeçti ki tam o sırada kaşınmaya, ağzım burnum salyalanmaya, elim-yüzüm şişmeye başladı. Köpekler bile bana yar olamadı.
Bugün son iş günümdü, köpekleri sahiplerine bırakıp evime dönecektim, yağmur yağmaya, şimşekler çakmaya başladı, koştura koştura köpekleri sahiplerine iade ettim, sonra bari başım ıslanmasın, başımı koruyayım da sinüzitim azmasın diye büfenin birinden gazete aldım eve gittim, balkonda yağmuru izlerken, birden o haberi gördüm; “ ‘Bir Serçenin Sıçrayışları’ adlı romanıyla edebiyat dünyamıza derin bir soluk getiren, genç yazar Sercan Bembeyaz…” Ne olduğunu anlayamadım ilkten, haberi tekrar tekrar okudum. Sonra ayağa kalktım; oracıkta kalpten gitmeyeyim, ciğerlerime biraz hava çekeyim de kendime geleyim diye. Birden gözümden ateş çıktı, beynim yanıyor sandım. Sonra da düşmüşüm işte buracığa.