Kötülük

okuma süresi 3 dakika
Nazi Almanya’sında, Yahudileri toplama kamplarına sürme ve yakma işinden sorumlu olan Eichmann, aslında son derece normal bir insanmış. Arendt’in anlattığına göre korkutucu derecede normal.

Fazla zeki olmayan Eichmann, can sıkıntısından orduya katılıp, iyi bir vatandaş olmak ve terfi almak için Hitler ne derse yapmış. “Common good” için, vatanı için canla başla çalışırken, birkaç milyon Yahudi öldürmenin kötü bir şey olduğunu görmek bir kenara, yaptığı şeyin kötülük olduğunun bile farkında değilmiş.

The Reader’da da Kate Winslet’in oynadığı o hassas, içine kapanık hemşire karakteri sonradan Nazi çıkınca şok oluruz. Tek derdi okuma-yazma öğrenmek olan kadının toplama kamplarında gözünü bile kırpmadan yaptıkları gösterilir filmin sonuna doğru. Sonra anlarız ki aslında kötülük olsun diye yapmamış. Sadece işini yapıyormuş ve sadece ona söyleneni yapmışmış.

The act of Killing, öldürme üzerine bir belgesel. Orda da Suharto iktidarı için çalışan cellatların itirafları yer alır. Kan kokusundan  rahatsız olan bu beyler, telle öldürme tekniği geliştirmişlerdir. Üstleri başları kokmasın, kan olmasın, evdeki eşleri çocukları üzülmesin diye bu kadar titiz çalışırlar. İşleri bitince eve gider, aileleri ile piknik yaparlar. Vicdan yapmak falan bir kenara, hepsi de son derece gururludur. Endonezya hükümeti için verilen işleri yapmışlardır. O kadar.

Türkiye’de de çok tutmuş olan Breaking Bad dizisi, kansere yakalandıktan sonra başka çare görmediği için meth pişiren ve zamanla bir uyuşturucu baronuna dönüşen Walter White’ın hikayesini anlatıyor. Ezik, hasta ve yaşlı bir adam olan White, sadece ama sadece ailesinin geleceği, çocuğunun üniversite parası, karısının bilmemnesi için bu işe girer ve başta kibar, uygar ve normal birisi gibi gösterilir. Gücü eline geçirdikten sonra bile uygar/uyumlu vatandaş görüntüsünü koruyarak işlerine devam eder, öldürür, çocuk zehirler, çete kiralar, adam vurdurur. “To protect my family” diyerek, yine kısıtlı bir çevre için “common good” uğruna sadece işini yapmaktadır.

12 Eylül darbesine bulaşmış, eli kanlı her subayın/siyasetçinin  sonradan “biz emir kuluyduk” dediği bir ülke olarak Türkiye tarihinde de yukarıdakiler benzeri çok hikaye var. Hatta kişisel beyan hakkı/bireysel özgürlük/birey olma fikirlerinin nerede ise hiç oluşmadığı bu ülkede, vatan uğruna, devletin bekaası için, milletimin iyiliği için cümlelerini kuracak çok işkenceci, polis, siyasetçi yaşıyor. Madımak’ı yakanlar da o gece evlerine gidip, çocuklarının yüzüne bakmadılar mı? Hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmediler mi?

Aslında, “common good” fikri ile donatılmış her iktidar , bu common good’u hayata geçirecek devlet aygıtları ile (ordu, polis, yargı, Türkiye’de medya da dahil) donatıldığı ölçüde, kötülüğün sıradanlaşmasının kaynağı olarak iş görüyor.

Faşizm mikro ve gündelik bir şeydir, öyle roman karakterlerinde olduğu gibi ille şeytani, pislik, canavar gibi görünen kişiler olması gerekmiyor. Kötülük de sıradandır ve en sıradan gündelik ilişkilerde yaşayıp, kök salar. Çocuğuna, sokak köpeğini eliyle sevmemesini öğütleyen, ama çocuk köpeği sopası ile dürttüğünde de ona göz yuman annede başlar. Sokakta insanlar ölürken, “common good” için lideri ve aygıtlarını destekleyen yığınlarla devam eder. O yığınlara halk da denir nitekim.

About The Author

Diğer yazılar

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.