Meyhane-i Âgâh, No: 13
okuma süresi 4 dakika-Niye ağlıyor Hayâlî, sarhoş mu?
-Yok ağam, uzunca bir süre bir şey istemedi sonra az meze bir duble götürdüm ondan da bir iki yudum ya aldı ya almadı başladı ağlamaya, yanına gideyim dedim ama bilemedim, var bir derdi, rakı masasında bunca efkâr da olmaz ama…
-İlişme Hayâlî, bu gece içtiği anason değil besbelli, varsın ağlasın.
-Ustam şeyhim gelir mi bu gece?
-Şeyhim diye diye zor duruyorsun burada, şeyhin de şeyh olsa, akşamcının kavîsi… Gelince de gözün başka şey görmüyor, anladım muhabbet devşiriyor anasondan dili başka ama işi aksatmak yok, son ikaz!
-Ayıp ediyorsun usta, kimi ihmal etmişim.
Duvarlarında yıllarım. Koltuğun ahşabı gibi yüzüm, eskisi ömrümün ve yaşlanmayanı. Şu masada içtim ilk dublemi, duble dediysem babamın anlık yokluğunda bir kaçamak. Bir nefeste bir bardak. Âh Nazlı, babamdan o gece yediğim ilk ve tek fiskenin ahusu… Yan masaya doğru kusmayaydım iyiydi.
Elimde “47liler” var o zamanlar, diyorum Nazlı’ya, bir gün ben de yazacağım; sade, yalın, vurucu…
İlk anlattığımda babamdan yediğim fiske olur belki, ilk içtiğim dubleyi anlatacağım. Ayrıntılardan, anlamdan bahsedeceğim. Mesela o bardağı bir gün oğlumuz olursa diye saklıyorum, ilk rakısı için.
Nesnelere anlam yükleyen zavallı ben… Gelişigüzel dökülüveriyor zihnimden cümleler, Nazlı’nın gözlerine doğru. “Gelişigüzel” kelimesindeki yalınlık gibi, geldiğince güzel sözler uçuşuyor kalbimden; yine kelimedeki savruluş gibi bir anda.
Oğul dediysem, oğlan çocuklarını çok severim sadece ondan, sadece o sebepten… Sen de içersin değil mi benimle, kurarız masamızı İnci Çayırlı dinleriz, ellerimle hazırlarım, istersen bizim meyhanede gizlice içelim bir gün kimsecikler olmadan?
Ellerim paramparça… Nazlı, cevapsız sorumun fiskesi.
-Hayâlî, şu masadaki iki hanımefendi ilk kez geliyorlar galiba?
-Yeniler. Sorma ağam, duble yerine kadeh dediler şaşkınlıkla bir an, “bir kadeh rakı” gülecektim az kalsın, zor tuttum, neyse ki onlar güldü. İlk kez rakı içiyorlar belli ki, kadeh dediklerine göre ilkleri de şarap. Hadi hayırlısı, gelirler mi yine dersin?
-Sen hoş tut da, ehlikeyfler, anasonun kokusunu da aldılar bir kez. Saatin önündeki masaya da dikkat et, kareli gömleği olan bir beyefendi var, eli kulağında ya şarkıya başlayacak ya kavgaya, aman!
Kapının önünde masalar yoktu, çardaktaki üzüm de küçük bir saksıda henüz. Diyorum ki babama: Kısa bir süre! Babadan oğula yılların meyhanesi Âgâh’ta da olsa temelli hiç değil. Masaları yerleştirdiğimde kapı önüne ve çardak kurulduğunda bitecek mesâim. Babam için zaman sayılardan münezzehtir; bir çardak kuruluncaya, ahşap oluşuncaya, ben son masanın çiçeğini bırakıncaya dek.
Terası da düzenlesek mi, şuraya antika bir saat alsak, köşelere de küçük masalar yerleştirsek derken geçti bir yılın hanesinde bir ömür. İnsanoğlu mekânı tahsis etmede mâhir, Nazlı’ya bakarken, evim onun elleriydi, gidince anason kokusu oldu mekân bildiğim.
-Şeyhim geldi usta, nihâyet!
-Hayâlî dur bekle, şu köşedeki masada yazıp çizen çocuk kimlerden?
-Daha önce de geldi, bu sefer bir kağıt istedi benden mahçup mahçup, unutmuş defterini, mısra kovalıyor belli, bir parça kağıt değil sanki servet vermişim gibi gözleri parladı. Adıma neden “Hayâlî”dendiğini sordu senden bahsettim. Ustam bana bakıp bir gün öyle seslendi ben de ötesini sormadım, dediyse var bir güzel bildiği dedim.
Nazlı, bence adı bambaşka olsun; var yok arası… Birlikte bir meyhane açalım. Uzağa gidelim kimsenin bizi tanımadığı bir yere. Anlattığımız bir hikâyemiz olsun. Hikâyemizi yazayım ben, hikâyedeki kelimem ol sen. Bir Rum kızı ol misal, kim sakldıysa “Nazlı” adına geçmişini onu da kötüler arasında kaybedelim. Her şeyi altüst edebileceğimiz bir hikâye yazarım. Milliyetlerin, dinlerin, isimlerin, ait olduğumuz her şeyin, canı cehenneme! Adlandırmadan bir şeyi, adım atmak istiyorum, kaybolmak isimsiz.
-Afedersiniz, Hayâlî’nin ustası siz misiniz?
-Evet, buyrun.