Ağustos’un değil, cehennemin ortası
okuma süresi 11 dakikaBeni buraya getirdiklerinde baygındım. “Bu kadar hurdanın arasında benim ne işim var?” diye düşünüp duruyordum çaresizce. Daha sonra yanıma gelen arkadaşım anlattı benim neden burada olduğumu. Daha doğrusu, ben buraya geldikten sonra neler olduğunu… O anlattıkça ben ağladım. Gözyaşlarım, içinde bulunduğumuz karanlık deponun her yerini sardı. Öyle çok ağladım ki, hurdalar nemden daha çok paslanmasın diye onlardan uzak bir yere götürdüler beni. Zaten kalabalıklar içerisinde de yalnızdım, bir şey değişmemişti. Kablolarımı yaktım efkârdan, tüttürüp durdum. Sulu göz dediler, ergen dediler, bir sürü şey söylediler arkamdan… Hepsini duydum, hepsini. Onlardan hiçbir farkım olmamasına rağmen kendimi onlardan üstün görüyormuşum… Durmadan ağlıyormuşum… Ben ağlamayayım da kim ağlasın?
Yılı hatırlamıyorum ama Ağustos ayındaydık. Hava ölümüne sıcaktı. Ağustos’un değil de cehennemin ortasındaydık sanki. Mahalleyi izleyip duruyordum her zamanki gibi. İzlerken onların dertleriyle düşüncelere dalıyordum. Manav Akif yerdeki kovadan tasla aldığı suyu sebzelere, dükkânın önüne, bir de kel kafasına serpiyordu. Kolay değildi aşk acısı içini yakarken, bir yandan da yaz sıcağıyla mücadele etmek. Karısından kısa süre önce boşanmıştı Akif. Boşanma gerekçeleri de şiddetli aldatma. O Sezen’i çok sevdi, Sezen de sinemacı Ümit’i. Bütün malları elden çıkarıp eve erken gittiği bir akşamüstü basmış bunları yatakta. Saçlarını da o zaman kaybetti, üzüntüden. Dostları sağ olsun, toparlamıştı biraz daha sonra. Akif’in en yakın dostu hemen yan dükkânda berberlik yapan Osman’dı. İki oğlu vardı Osman’ın bu hayatta, bir de dükkânı. Kendi halinde, sakin bir adamdı. Karısı ölmüştü gözlerimin önünde. Trajik bir trafik kazası… Gidiş şekilleri farklı da olsa, ikisinin de sevdiği kadın uzaklardaydı. Bu yüzden Akif’i en iyi Osman anladı, sahip çıktı ona.
Osman’ın bir oğlu Ankara’da işletme okuyordu. Diğer oğlu onun yanında üç senedir üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Bir seferinde arkadaşları karşıdan karşıya geçerken konuşmalarına kulak misafiri olmuştum, İzmir’de babasını yalnız bırakmak istemediği için bilerek kazanmıyormuş üniversiteyi. Bu yalana inanmamıştım ama Osman’a kalsa, oğlunun sınavı kazanıp başka bir ile gitmesini isterdi, buna emindim. Lisenin başından beri babasına çektirmediği dert kalmamıştı çünkü keratanın. İlk kez 1 Mayıs’ta yakalandı Osman’a yedi sene önce, yemediği dayak kalmadı yedi gün. Kortej bizim mahalleden geçerken gördü elinde kızıl bir bayrakla. Çekiverdi kalabalığın içinden, kulaklarından tutarak… Bana da çok afiş asmışlığı var bunun. Hala üstümdedir hatta yapıştırdığı bir afiş, ‘oligarşi’li bir şeyler yazıyor. Kimileri tepki gösterse de, yoldan geçen bazı insanlar gururla bakıyordu bana bu afişler üzerimdeyken. Bu durum benim de hoşuma gidiyordu haliyle, devrimcilik güzel bir şey olsa gerek diye düşünüyordum.
Bütün günüm boş boş, mahalleyi izlemekle geçiyordu. Onların dertleriyle hüzünlenip yine onlarla seviniyordum. Mahallenin emektar trafik ışığıydım. Bana sorarsanız aslında, hâlâ da öyleyim. Ama bu konuyu şimdi tartışmak gereksiz… Kaç sene önce orada göreve başladığımı ben bile hatırlamıyorum, gerisini siz düşünün. Binlerce kazaya, ölüme, yaralanmalara tanıklık ettim. Bir sürü insan karşıdan karşıya geçmek için, araçlarının viteslerini bire atıp, gaza yüklenmek için beni gözledi. Koltukların altından çıkan levyeler eşliğinde gerçekleşen binlerce kavgaya tanıklık ettim. Osman’ın oğlu sayesinde sosyalizme bile hizmet ettim, daha ne yapayım? Bir sürü insan evinde oturmuş olanları izlerken, ben bu ülkenin geleceği için çalıştım. Herkes uyurken ben uyumadım. Yeşil, sarı, kırmızı renklerimle mahalleyi aydınlattım. Ben olmasam belki de gecenin karanlığında ne cinayetler işlenecekti… Çözemediğim esrarengiz olaylar da oluyordu ama uzağında kalıyordum çoğu kez. Ne yapalım, dikmişler beni buraya… Akif bazı geceler köşe başında, kimsenin göremeyeceği bir noktada şapkalı bir adamla görüşüyordu. Bir paket alıp, karşılığında para verdi bir seferinde. Bakkal Recep’in oğlunu sigara içerken yakaladım bir gece… Babası görmesin diye pencereden sarkmış, bir sigara uğruna hayatını hiçe sayıyordu geri zekâlı. Bir sürü yük taşıdım aynı zamanda, karşıdan karşıya geçmeyi beklerken sayısız insan yaslanmıştır bana. En çok da genç ve güzel kadınların yaslanması hoşuma gidiyordu.
Bir gün mahallenin fırlama çocuklarından Ali, koşarak Akif’in yanına geldi. Koşarken bağırıyor, bağırırken gözleri fal taşı gibi açılıyordu. Ümit’in sinemasını yıkıyormuş belediye. Bir hafta içerisinde dükkânların karşısındaki, yeni yapılan iki katlı boş binaya taşınacakmış. Bunu demeye gelmiş. Akif bunu duyunca sinirleri tepesine fırladı tabii. Durum değerlendirmesi yapmak için Osman’ın dükkânına koştu hemen. Osman onca müşteriyi bir kenara atıp yatıştırdı onu. Akşam da Akif’in dükkânda rakı-balık yaptılar, bir güzel dertleştiler. Ertesi sabah dükkânı açmak için geldiklerinde yanındaki birkaç adam ile birlikte boş binayı inceleyip, neler yapabileceklerini tartışan Ümit’i gördüler. Büyük ihtimal mimardı, mühendisti yanındaki herifler, mekan incelemesi yapıyorlardı. Sezen de Ümit’in yanında, işaret parmağıyla belirli yerleri gösterip fikir veriyordu. Akif buna kaç gün daha dayanabilirdi bilmiyordum. Bu konuda çok endişeliydim. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve bu endişemi ikiye, üçe hatta ona katlıyordu. Birkaç ay önce kucağında yakaladığı herifle, her saniye yan yana görecekti Sezen’i. Hem de her gün… İçindeki sıcaklık daha da arttı Akif’in gün be gün. Hissediyordum. Her ne kadar Osman onu sakinleştirip, dizginlese de bir yerde patlak verecekti içindeki öfke. Değil kovadaki bir tutam su, dünyadaki tüm itfaiye erleri birleşse içindeki alevi söndüremezdi.
İki hafta içinde mimarların, mühendislerin ve en çok da işçilerin yoğun çalışması sayesinde sinema tamamlandı. Bütün esnafa açılış için davetiyeler dağıtıldı. İlçe belediye başkanı bile çağırılmış. “Gelse de bir güzel sövsem şerefsize!” diye düşündüm belediye başkanının çağırıldığını duyunca. Kaç aydır yaptırmadı şu kaldırımları… Derken, beyaz bir kamyonet yanaştı binanın önüne, iki adam ellerindeki büyük tabelaları sinemanın giriş kapısının üstüne ivedilikle taktı. Tabelanın içinde filmin afişi vardı. “Hazal” yazıyordu üstünde. Filmin adının çevresinde de üç tane de kadın fotoğrafı… Ama ne kadın! Türkan Şoray yazısı çekti dikkatimi. İsmi o olsa gerekti… Tam anlamıyla, etrafa hüzün saçıyordu gözleri. Her gün çevremden bir sürü güzel kadın geçiyordu ama onun gibisini görmemiştim. Farklı açılardan çekilmiş üç fotoğrafı vardı afişte. Afiş eski ve soluk gözüküyordu. Eski bir film seçmişti açılış için Ümit. Belki de Sezen seçmiştir bu filmi, kim bilir? Ben en çok ortadaki Türkan’ı sevdim ama… Küçük bir çocuğa sarılıyordu fotoğrafta şefkatle. “Keşke,” dedim. “Keşke bana da sarılabilse öyle.” Aşkın tanımını yapabilecek zekâya sahip değildim fakat aşkın zaten zekâyı devre dışı bırakan bir şey olduğunu biliyordum. Çoğu kez şahit olmuştum bu olaya. Daha önce farkında olmadığımı varsaysak bile, hiç değilse o an, yavaş yavaş farkına varıyordum. Ve ben düşünemeyen bir trafik ışığı olarak o kadına, Türkan Şoray’a âşık olmuştum.
O gün davete Osman ve Akif dışında bütün esnaf icabet etmişti. Sinemanın önüne kurulan yüksek masalarda kokteyl veriliyordu. Bedava yiyecek içecek fırsatını kaçırmayan mahalleli de durur mu? İnsanların ilgisini açılışa çekmek için her şeyi düşünmüştü Ümit. Nostaljik bir hava yakalamıştı… Ama çok beklediğim ilçe belediye başkanı gelmemişti. Deri koltuğundan kaldıramamış poposunu. Sinemanın önünde, kapının sağ tarafında Cincibir gazozu satıyordu iki güzel kadın. Güzel dediğime bakmayın, hiçbiri kafalarının üstündeki afişte duran ve her fırsatta gözüme çarpan kadın kadar güzel değildi. Kapının sol tarafında ise çiğdem satıcıları tezgâh kurmuştu. Bir de koruma tutmuştu iki tane Ümit. İzbandut gibi herifler… Bu sıcakta ceket giymişlerdi. Ceketlerinin altında silah oldukları her hallerinden belliydi… Bugüne özel kırmızı bir elbise giyen Sezen de gişede duruyordu. Koskoca sinemacı metresi olmuştu ama gişede durmaya ses çıkarmıyordu. O da haklı, bir manavın kocası olmaktan iyiydi tabii. Gözlerimi 360 derece, dükkânların olduğu tarafa çevirdiğimde Osman çekti dikkatimi. Saç tıraşı yaparken, yan gözle ve kaşları çatık bir şekilde açılışı izliyordu. Akif ise ortalıkta yoktu. Dükkânı Bakkal Recep’e emanet etmişti. Bir ara açılışa dalıp yeşil yakmayı unuttum, korna sesleri sokağı inletti. Kim bilir küfür de etmişlerdir belki.
Akşam önce tül perdeyi çekti günün üstüne, sonra da kalın perdeyi… Hava kararınca herkes salona girdi. Film başlamak üzereydi. Dışarıda kimse kalmamıştı, Türkan’dan başka. İnsan kalabalığı azaldıkça daha çok gözüme çarpıyordu afiş. Kablolarımdan hiç olmadığı kadar güçlü elektrik akımı geçiyordu. Işıklarım hiç olmadığı kadar parlaktı. Güzelliğiyle büyülenmeye devam ediyordum. Sanki trafik ışığı değildim de, sinemanın açılışı için özel olarak aydınlatıyordum etrafı. Film başlayalı yarım saat olmuştu. Film bittikten sonra Türkan’ın yok olacağı ihtimalini düşünürken, Akif’i gördüm uzaktan. Salına salına yürüyordu. Yanıma yaklaştı… Yüzü salona dönüktü ve leş gibi alkol kokuyordu. Onu koklayan biri hiç içki içmeden sarhoş olabilirdi. Omzunu bana yasladı. “Ne yaptın sen böyle Akif abi, bu kadar içilir mi?” dedim. “Beni bir tek sen anlarsın,” dedi. “Çaresizlik ne demek iyi bilirsin. Her gün önünde bir sürü şey oluyor, sen hiçbir şey yapamadan burada dikiliyorsun. Söylesene, şimdi ben de bir trafik ışığı gibi mi olayım? Sevdiğim kadın orada, tam karşımda, her gün bir orospu çocuğu ile birlikteyken ben sadece dikilip durayım mı?” Bir şey diyemedim… Desem de duymayacaktı zaten. Ben onu anlıyordum, görünüşe bakılırsa o da beni anlamıştı. Bir süre daha aynı pozisyonda kaldıktan sonra üstümden çekti omzunu Akif, uzaklaştı… Köşe başında, daha önce paket alışverişi yaptığı adamdan bu sefer daha büyük bir paket aldı. Paket ile birlikte tekrar yanıma geldi. Paketten bir uzun namlulu silah çıkardı. “Yapma Akif abi! Yapma ne olursun!” dedim, beni dinlemedi. Seri bir şekilde ateş etmeye başladı sinemaya doğru. “Yapma abi, Türkan da orada!” dedim, yine dinlemedi. Türkan’ı da vurdu tam beş yerinden. Tekrar soruyorum, ben ağlamayayım da kim ağlasın?
Sinemanın duvarları delik deşik oldu ama şarjör boşalmıştı artık. Buna rağmen tetiğe basmaya devam ediyordu, resmen delirmişti Akif. “Ne yaptın abi sen? Ne yaptın?” Bir dakika sonra sinemanın iki güvenlik görevlisi taramalı silahlarla dışarı çıktı. “O silahlar hangi ara, ne şekilde içeri girdi?” diye düşünemeye fırsat bulamamıştım ki, Akif’e ateş etmeye başladılar. Akif delik deşik oldu. Kanı kıpkırmızıydı ve kaldırımın kıvrımlarından dönüp dolaşıp, direğimin altından bana doğru geliyordu. Kanının kırmızısı içime işlemişti artık… Ağlamaya başladım. O saatten sonra kırmızı ışığım yanıyordu sadece. Ne kadar zorlasam da kendimi yeşil ve sarı ışıkları yakamıyordum. Trafik iyice kitlenmişti. Ambulans olay yerine ulaşamadan Akif oracıkta can verdi… Ambulans gelse de görevlilerin yapabilecekleri bir şey yoktu. Gelince de pek bir şey yapmadılar. Cesedi bir hediye misali paketleyip ambulansa attılar. Sezen ağlayarak izliyordu olanları. Ümit şaşkınlık içerisindeydi. Mahalleli korkmuştu, esnaf da öyle. Ben ise hâlâ kırmızı yanıyordum.
Sabaha kadar polisler sokaktan ayrılmadı. İki elektrik uzmanı gelip beni tamir etmeye çalıştı. “Bırakın beni, birkaç güne kendime gelirim zaten!” dedimse de aldırış etmediler. İkisi benimle uğraşırken şefleri arkalarında talimatlar veriyordu. Bir tanesi “Düzelmez artık bu şefim, bizimkilere söyleyelim değiştirsinler bunu,” dedi. Şef de utanmadan onay verdi. Üç saat sonra bir beyaz kamyon geldi. İçinden gıcır gıcır bir trafik ışığı çıktı. “Bu da kim ulan? Bırakın beni, bırakın gidin!” diye feryat ettim. Bir teknisyeni elektrik akımına soktum kablolarımı sökerken. Diğeri gelip işi bitirdi. Beni kamyona fırlattılar acımasızca, kafamı çarpınca bayılmışım. Gözlerimi açtığımda buradaydım, bu saçma hurda deposunda. Benden bir hafta sonra az ilerimdeki ‘sola dönüş yasak’ tabelasını getirdiler. O anlattı bana olanları. Benim yerime, yeni gelen trafik ışığını takmışlar. Konuşabiliyormuş aynı zamanda. Sesini insanlar duyabiliyormuş. Akif ölünce amcasının oğlu geçmiş manavın başına. Sinemayı onarmışlar, eskisinden daha güzel olmuş. Sezen ile Ümit evlenmişler. Osman sürekli it dalaşına giriyormuş bunlarla… Şimdi mahalleyi özlüyorum özlemesine ama zaman geçtikçe siliniyor hatıralar kafamdan. Yalnız, bir şey hariç. Peki ya Türkan? Ne yapıyordur şimdi?