Amy Winehouse: “Ördeğin silkinişi”…
okuma süresi 11 dakikaÖrdeğin silkinişi
Gözleri sürmeli, orası burası dövmeli, suluyla kuruyla başı hoş, boynu dik, arızası vukuatı bol, çöp gibi ipince, son zamanların en güzel sesi fikrimizce… İkinci albümü “Back To Black” fırtına gibi eserken, Observer, Interview, Paper Magazine, Les Inrockuptibles, Times gibi yayınlardan yaptığımız Amy Winehouse derlemesini böyle sunmuştuk. Hatırlamanın tam sırası…
Yeni albümünüz “Back To Black” 1960’ların popundan ve rhythm & blues’undan esinlenmiş gibi. Üç dakikalık şarkılar, uzun kadın vokaller ve o dönemin gözde armonileri. Albüme başladığınızda aklınızda böyle bir şema var mıydı?
Amy Winehouse: Hayır, ama dinlediğim şeyler bir şekilde şarkılarıma sızıyor. “Back To Black”i yazdığım sıralarda 1960’ların müziğini dinliyordum. Ben hiçbir zaman dörtlük-nakarat-dörtlük türünde bir şarkı yazarı olmadım. 1960’ların birçok şarkısı çok kısadır. Fakat özellikle o tür şarkılar yapmaya çalışmadım. Son bir buçuk yıl benim için çok yoğun bir dönem oldu. “Frank’i yaptığım dönemde çok ot içiyordum ve hiphop kafasındaydım, “siktirin gidin!” havasındaydım. “Frank”le “Back To Black” arasındaki dönemde âşık oldum. Kuruyu bıraktım, suluya başladım. Alkolün ruh hali, “senin için canımı veririm” durumu. Dolayısıyla dinlediğim her şey o frekanstaydı. “Ya hep ya hiç”, “kurban olurum sana” tavrının cool olduğunu düşünüyordum. Hayat kısa, kendini koyvermezsen ne mânâsı var?
“Frank” Brits ödülü aldı, Mercury’ye aday oldu, ama “Back To Black” onu solladı. İlk albümünüzü pas geçen birçok insan ikinci albümden övgüyle bahsediyor. Bu arada siz de, verdiğiniz mülâkatlarda “Frank”e biraz üvey evlat muamelesi yapıyorsunuz.
Hayır, asla! Sadece şunu söyledim: Şimdi “Frank”i başka türlü dinliyorum. Hâlâ çok iyi bir albüm olduğunu düşünüyorum, ama “Frank”i bugün kaydetsem bazı şeyleri başka türlü yapardım. Şarkı yapısını kastetmiyorum, ama enstrümantasyon daha farklı olabilirdi. İnsan sürekli yeni bir şeyler öğreniyor, fikirlerini değiştiriyor. “Bazı şeyleri daha farklı yapabilirdim” demek, “Frank’ten memnun olmadığım anlamına gelmez. “Frank”ten yüzde 80 memnunum, “Back To Black”ten ise yüzde 150. (gülüyor)
“Back To Black”in prodüktörlüğünü “hit” imalatçısı Mark Ronson’ın üstlenmesi nasıl oldu?
Mark’ın prodüktörlüğünü plak şirketi istedi. Çünkü bir an evvel yeni bir albüm bekliyorlardı benden. Doğrusu, ilk başta Mark’la çalışmaya pek sıcak bakmadım. Fazla gayretkeş ve beyaz geliyordu bana. “Back To Black”in nasıl bir şey olmasını istediğimi anlatmak için Shangri-Las’ın bütün albümlerini tutuşturdum eline. Fakat birlikte çalışmaya başladıktan sonra tahmin ettiğimden çok daha geniş bir ortak paydamız olduğunu farkettim. Ve sanırım birbirimizi esinlendirdik.
Üçüncü albümde bir yön değişikliği söz konusu olur mu?
Ben cazdan geliyorum, dolayısıyla caza dönebilirim. Gelgelelim, üçüncü albümüm “Back To Black” hattından pek uzağa düşmez herhalde, zira bu formülden gayet memnunum. Ve bu formül dahilinde kanıtlamak istediğim şeyler var. Temel motivasyonum da bu zaten.
Menajerliğinizi yapan şirketle yolları ayırmanızın sebebi neydi?
Alkol bağımlılığımdan kurtulmam için tedavi olmam gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Sabrım taştı, sözleşmeyi feshettim.
“Back To Black”teki “Rehab”in (Tedavi) esin kaynağı neydi?
Mark Ronson’la SoHo’da dolaşıyorduk, bir nağme mırıldanmaya başladım. Mark gülmeye başladı ve “bu kimin şarkısı?” diye sordu. “Kimsenin şarkısı değil” dedim, “şimdi uydurduğum bir şey.” Mark kurcalamaya başladı, “ne hakkında”, “sözler ne anlatıyor”, “gerçek olay mı?” filan. Ben de ona menajerlik şirketinin “tedavi ol” diye ensemde boza pişirdiğini anlattım. Mark “bunun şarkısını yapmak güzel olur” diye ısrar edince oturdum, “Rehab”i yaz dım. Yaptığım hiçbir şeyi taammüden yapmam, plan-program bana göre değil. “Back To Black” âşık olduğum bir insan —adı Blake Feilder-Civil— hakkında bir albüm. Ayrılık beni o kadar perişan etmişti ki, bu boktan halden iyi bir şey çıkarmam farz olmuştu. Ayrı düşmüş siyam ikizleri gibiydik.
O nasıl buldu “Back To Black”i?
Benimle gurur duydu. İkimiz de bencil değiliz, diğerkâm insanlarız. Birbirimizin memnun ve mesut olmasını istiyoruz. Bu albüm onun için zor tabii, kâh “güzel şarkılar” diyordur, kâh “hasiktir” çekiyordur. Ama birlikteyken benimle gurur duyduğunu söylüyor. “Back To Black”i ilk dinlediğinde, oturduğu yerde çakıldı kaldı. “N’oldu, iyi misin” dedim, “kusura bakma, çok ağır geldi” dedi. Bu albüm, “kalbimi kırdın, senden nefret ediyorum” tonunda değil, “beraber olmayı beceremememiz ne acı” tonunda.
“Rehab”de soul ustası Donny Hathaway’den söz ediyorsunuz: “There’s nothing you can teach me that I can’t learn from Mr. Hathaway.” (Bana Mr. Hathaway’in öğretemeyeceği hiçbir şeyi öğretemezsiniz.) Hathaway’den başka kimler var bu denli hayran olduğunuz?
Shangri-Las’ı ve öteki kız gruplarını seviyorum. 1960’ların aşk yarası şarkılarını, kız gruplarının rahatlatıcı müziğini, viski içerek dinlenebilecek sarkıları seviyorum. Ama Salt ‘N’ Pepa ve Lauryn Hill’in gönlümdeki yeri apayrı. Ve tabii Dusty Springfield! Onun müziğini ne çok dinledim! O ne klas hatun öyle! Sırf onun şarkılarının cover’larından oluşan bir albüm yapabilirim. İster bir pub’da dinle, ister çok lüks bir evde, o şarkılar hemen mekânı sarıp sarmalıyor. Bir keresinde, bir pub’daydım, “So Much Love” çalmaya başladı ve anında mekân olağanüstü bir hal aldı, başka bir boyuta geçti sanki.
“Viski içerek dinlenebilecek şarkıları seviyorum” demenize bakılırsa, 1960’ların müziğine takılmanızın sebebi, kronik nostaljiden ziyade, depresif bir ruh hali.
Alkol tedavisine girdiğimde, “niye bu kadar çok içiyorsun” diye sordular. Ben de “âşığım ve sevgilimin beni terkedeceği düşüncesi depresyona sokuyor” dedim. Onlar da alkol bağımlılığımın depresyon semptomu olduğunu söylediler.
En çok sevdiğiniz içki hangisi?
Bu sıralar Rickstasy kokteyli. Üç ölçü votka, bir ölçü Southern Comfort, bir ölçü muz likörü, bir ölçü de Bailey’s. Bundan iki tane içtiğinizde öyle bir sükûnet buluyorsunuz ki, evden çıkmak aklınıza gelmiyor.
Blur’ün Alex James’i “haftada bir gece evde oturabiliyorsan ve anneni arayıp halini hatrını soruyorsan alkol sorunun yok demektir” diyor.
Ben içkiyi kendi başına değil, eşlikçi olarak seviyorum. Televizyon seyrederken bir kadeh şarap, yemek yaparken bir kadeh şampanya.
Favori yemeğiniz ne?
İstiridye. Kabuğunu açıyorsunuz, biraz beyaz şarap sirkesi, biraz limon ve tuz. Anında küçük bir ziyafet!
Kısa zamanda çok kilo vermeniz magazin basınında çok yazılıp çizildi. Nasıl bir diyet uyguladınız?
Kötü alışkanlıklarımı bıraktım sadece. Fakat şu da var: İnsan bağımlılıklarından kurtulamıyor, sadece onları gemleyebiliyor. Dolayısıyla, “artık yemek sorunum yok” demem doğru olmaz. Bazen canım bir şey çektiğinde, “hayır, onu dün yemiştin” diye frene basıyorum. Sanırıım bütün modern kızlar böyle, benim durumumun bir sıradışılığı yok, ama magazin basını bu konuyu parmağına doladı bir kere. Geçerli fiziksel normları tutturmaları için kadınların üzerinde büyük bir baskı var. Ama erkek arkadaşlarımın birçoğu da aynı baskıyı hissediyor. Ben nasıl kilo verdiğimi farketmedim bile. Haftada 60 gram ot içiyordum. Feci bir miktar. Otun bana şöyle bir etkisi de oluyordu: Açlık dürtüsünü hisseder hissetmez fastfood’a müracaat ediyordum. Otu bırakınca fastfood’u da bırakmış oldum ve kendiliğinden kilo verdim. Jimnastik salonuna gitmemin de faydası oldu tabii. Oraya gitmeyi seviyorum, çünkü etrafımda terli erkekler oluyor ve bu da adrenalinimi yükseltiyor. Erkeklerin ekseriyette olduğu salonları tercih ediyorum, çünkü kadınların devam ettiği salonlarda, standart makyajıma —ki o benim savaş boyamdır, hiç eksik olmaz— “sen kimi etkilemeye çalışıyorsun” diyen bakışlarla karşılaşıyorum. Erkeklerin salonunda ise olay “hadi kızım koş” tarzında. Erkeklerin bakışları beni rahatsız etmiyor, bütün kızlar erkeklerin kendilerine bakmasından hoşlanır zaten.
Dövmeleriniz de makyajınız kadar dikkat çekiyor. Biraz da onlardan bahsedelim mi?
Sırtımda bir kartal var, sağ kolumda tüy ve yıldırım. Göğsümde eski bir sevgilimin adı. Evet, yaşayarak öğreniyor insan. (gülüyor) Ninemin resmi var bir de, akciğer kanseri olduğunu öğrendiğimde yaptırmıştım. Ama o hiç beğenmedi, “bana zerre kadar benzemiyor” dedi. “Sin City”yi çok sevmiştim, o filmde kahramanımızın rüyasında gördüğü kadın çok hoşuma gitti, onu da sol koluma yaptırdım. Çıplak kadınlardan hoşlanıyorum, ama lezbiyen değilim —en azından bir üçlü tecrübesinden geçmeden o boyuta gireceğimi sanmam. Ayrıca bir at nalı ve minik kalpler dövmelerim var. Eski denizci dövmelerini seviyorum, onun için geçenlerde bir çapa yaptırdım. Parmağımda Alex’in (Claire —Blake’ten ayrıldığında, bir dönem birlikte olduğu sevgilisi) adının ve soyadının ilk harfleri var. Bir de “asla kanatlarımı kırpma” lafı.
O lafın mânâsı ne?
Blake’le büyük bir kavgaya tutuşmuştuk. “İçmeni istemiyorum” demişti. İyiliğim için söylüyordu tabii. Ben de ona öyle demiştim.
“Back To Black”in turnesi Amerika konserleriyle başlıyor. Sahneyle aranız nasıl?
Mümkün olduğu kadar çok konser vermek isterim. Sahnedeyken kendimle barışık oluyorum. Shirley Bassey gibi konuştum. (gülüyor) “Üzerime bir haller geliyor şekerim.” Fakat, inanın sahnedeyken huzur duyuyorum. Kendime güvenmediğim vaki değildir. Zaman zaman, sahnede ne halt ediyorum diye kendime sorduğum da oluyor tabii. Çocukken, şarkıcı olmak gibi bir hevesim yoktu, herkes gibi olmak istiyordum. Kız arkadaşlarımla takılayım, düzgün bir iş bulayım, alışveriş yapmaya ve cumartesi geceleri dansa gitmeye yetecek kadar para kazanayım… Aslında, hep normal bir hayatın hayalini kurdum. Hiçbir zaman hırslı bir kız olmadım.
Nerede doğup büyüdünüz? Nasıl bir aile ortamından geliyorsunuz?
Kuzey Londra’da, Southgate’te büyüdüm. Babam taksi şoförüydü ve caz tutkunuydu. Annem eczacıydı, ben ufakken boşandılar. Ben annemle kaldım, ama babamla da hep görüştüm. İlişkimiz gayet iyidir. Leo dayım müzisyendi, saksofon çalardı. Maalesef genç yaşta vefat ettiği için onunla müzikal bir paylaşımımız olmadı. Brian dayım da müzisyendi, ailenin müzikal tarafı anne tarafım. Fakat caz merakımı babama borçluyum. Müthiş bir caz plakları koleksiyonu vardı, evde hep büyük ustalar dinlenirdi, Dizzy Gillespie’den Coltrane’e…
Şarkı söylemeye ne zaman, nasıl başladınız?
Kendimi bildim bileli şarkı söylüyorum. Küçükken Kylie Minogue severdim. Sonra yedi yaşına bastım. (gülüyor) Dediğim gibi, evdekiler hep caz dinlerdi, ben genelde odama kapanırdım, hoşuma giden bir şey kulağıma çalındığında, kapıdan kafamı uzatıp “hey, bu çalan kim?” der ve söylenen ismi bir kenara yazardım. Evde yalnız kaldığımda, plakların arasından daha önce not ettiğim parçaları bulup sesi sonuna kadar açarak çalar ve o anda aklıma gelen sözleri melodiyi takip etmeye çalışarak söylerdim. Thelonious Monk’un “Round Midnight”ının beni kelimenin tam mânâsıyla çarptığını hatırlıyorum. Uçuk sözler uydurmuştum o parçaya… Daha sonraları da çok caz vokali dinledim, Sarah Vaughan’ı, Dinah Washington’u… Ta ki Monica & Brandy, Salt ‘N’ Pepa ya da Fugees zamanındaki Lauryn Hill gibileri gözümü açana kadar. O kızların groove duyguları hakikaten çok güçlü, cazın büyük kadın yorumcularınınkinden uzaklaşan şarkı söyleme tarzları çok hoşuma gidiyordu. Ayrıca, bu hatunların “look”ları var. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kız Sarah Vaughan gibi giyinmeyi arzulamaz, ama Lauryn Hill öyle mi! Benim için dönüm noktası Salt ‘N’ Pepa’yı keşfetmem oldu: “Aynen böyle şarkılar yapmak istiyorum” dedim. Kankam Juliette’le Sweet ‘N’ Sour diye bir grup kurduk. Salt ‘N’ Pepa gibi olmak istiyorduk. “Boys. Who Needs Them?” (Oğlanlara kimin ihtiyacı var?) diye bir şarkı yaptık, bir de “Spinderalla” diye bir şarkımız vardı. Çok saftirik şeylerdi. Oğlanlara kimin ihtiyacı var!” (gülüyor)
Gerek “Frank”, gerekse “Back To Black” erkeklere ve aşka dair albümler. “Boys, Who Needs Them”den bu yana erkeklere bakışınızda ne gibi değişikilikler oldu?
Feminist olduğumu söyleyemem, ama kızların hayatı kolaylaştırıyor diye aptal rolü oynamalarından hazzetmiyorum. Henüz 23 yaşındayım, erkekler hakkında tecrübeli olduğumu sanmıyorum, aslında genel olarak insanlar hakkında da tecrübem yok. Yazdığım şarkılar insan ilişkilerinin dinamiklerine dair, sevgililik ilişkisi, aile ilişkileri… “Frank”i yaptığım sıralarda çok defansif, kendine güvensiz bir insandım. Dolayısıyla erkekler hakkındaki şarkılarım “allah belanızı versin” tarzındaydı. Ama artık ilişkilere dair düşüncelerim ergen boyutunda değil. Birkaç yıl öncesine kadar, sonumun yirmi kedisiyle eski gazete yığınları içinde yaşayan kadınlar gibi olacağını söyleyebilirdim. Ama şimdilerde daha iyimserim, aslına bakarsanız içimde küçük bir ev kadını var. Yemek yapmak hoşuma gidiyor. Alex diplomalı aşçı olduğu halde yemekleri ben yapıyordum. Anaç bir tarafım var, ama nedense bu takdir görmüyor. İlk uzun süreli ilişkim, “Frank”te anlattığım Chris’ti. O anaçlığımı hiç takdir etmedi. Bendeki domestik dürtüyü depreştiren Blake oldu. İyi muamele görmediğine tanık olunca, onu kanatlanırımın altına aldım.
Hangi tip erkeklerden hoşlanıyorsunuz?
Boyu 1.80’in altında olmamalı, saçları ve gözleri siyah olmalı. Bir de tabii bir sürü dövmesi olmalı. Blake öyle biri. Ama Alex bugüne kadar gördüğüm en güzel erkek. Ve sarışın. Demek ki mühim olan saç baş değil. Muhabbetli erkeklerden hoşlanıyorum, şaka kaldıran tipleri seviyorum. Hiçbir şeyi ciddiye almayan erkeklere hayranım, Dean Martin gibilere. Dean Martin, insanlarla arasına mesafe koyma konusunda müthiş yetenekliydi. Evliliklerindeki sorunlardan asla bahsetmezdi ve her duruma bir vecizesi vardı. Bir de Sammy Davis’i çok beğenirim. Irkçılığı, bir ördeğin tüylerindeki suyu silkinip atması gibi silkelerdi. “Hiç sikimde değilsiniz, benim müziğim var” der gibiydi. Ben de öyle hissediyorum.
Roll, sayı 124, Aralık 2007
Derleyen: Siren İdemen – Yücel Göktürk