Bir hoşgörü zengininden babacan nasihatler…
okuma süresi 7 dakika1950’li yılların sonlarında bir gün çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği Kumkapı sahiline gideyim dedim. Her şey değişmiş, bambaşka bir yer olmuştu bu şirin sahil. Hayallerim bir anda uçtu gitti. Gezdiğim, gördüğüm yerlerle çocukluk dönemimin sahili arasında en küçük bir benzerlik kalmamıştı. Dalgakıran, balıkçı tekneleri, balıkçı barakaları, balıkçılar yoktu artık. Sadece sahil yolu vardı o kadar. Ama insanlar yoktu, hareket yoktu, şirinlik yoktu. Hayallerim yıkılıp içime büyük bir hüzün çöktü. Bu arada başımızı okşayıp torbalarımıza avuç avuç balık dolduran balıkçı amcalardan hiç birine rastlayamadım. “Neden, neden?” derken nefesim düğümlendi, gözlerim buğulandı. Ellerini öpecektim onların.
Tren yolunun altındaki geçitten geçerek ahşap binalarla dolu bir sokağa girdim. Sokağın sol tarafında küçük bir esnaf meyhanesi gördüm. Gireyim dedim içimden, girdim de. Bıyıklarım yeni yeni terlemeye başlamıştı. Toyluğumun ve hamlığımın verdiği rahatlıkla destur bile demeden monşer gibi bir masaya oturdum. Bir süre sonra omzunda peşkir bulunan babacan biri gelip masanın başına dikildi. “Gününüz aydın olsun beyefendi” diyerek gülümsedi müstehzi bir tarzla. Ardından, “Ne içeceksiniz” diye sordu. “Bir tek rakı lütfen” dedim. “Nerenizle içeceksiniz, nerenize içeceksiniz” diye sormaz mı? Aptallaştım. Aptallaştığımı gören babacan adam “Ağzınla mı, burnunla mı içeceksin, beynine mi yoksa karnına mı yudumlayacaksın” diye sordu bu sefer. “Size ne nasıl içersem öyle içerim, keyfim bilir” diye söze başladığım an, “Kızma delikanlı, kızma n’olur, inan ki amacım seni kızdırıp kırmak değil, bu yola yeni çıktığın her halinden belli oluyor, biraz takılıp dostluğa bir yol açayım dedim sadece” dedi.
Ardından, “Sana eşlik edebilir miyim” diye sordu. “Lütfen” diyerek yan tarafımdaki iskemleyi öne çekip buyur ettim babacan adamı masaya. Ağzını her açışında ballar dökülüyordu âdeta. Gönlü Karun gibi zengin babacan adam bir hoca gibi öğütler vermeye, öğütleri örneklerle süslemeye başladı. Birkaç dakika sonra “keyfim bilir” sözümden dolayı özür diledim kendisinden. “Boş ver delikanlı, boş ver aldırma, biz de senin gibiydik gençliğimizde, gençliğin en güzel tarafı da bu hırçınlık galiba” dedi. Sağ elinin iki parmağı ile alnını kaşıdıktan sonra, “Finali görmeden, paçaları sıvamadan hiddetlenirdik, dalgalar duruldu artık. Ömrüm denizlerde geçti, rüzgârın sesi, dalgaların ninnisi, martıların çığlıklarıyla ömrümüzü harcadık” diye sözünü sürdürdü. O anda utanç duygularıyla yüzümün kızardığını hissettim. Çünkü selamsız sabahsız monşer gibi dalmıştım meyhaneden içeriye. (O yıllarda yabancı alafranga züppelere “monşer”, yerli alaturka züppelere de “bopstil” yakıştırması yapılırdı.)
Yaşlı adam kırk yıllık deniz serüveninden sonra bu meyhaneyi açmış. Mekânı basık tavanlı küçük bir yerdi. Tavanı basık olmasına rağmen boydan boya balık ağlarıyla, ağaların içleri kurutulmuş deniz kabuklularıyla doluydu. Pavuryasından ıstakozuna kadar deniz kabuklularının hepsi vardı ağların içinde. Tevazu zengini adam hem yemek pişiriyor, hem servisi hazırlıyor, hem de hizmet ediyordu. Bir başka deyişle hem yapıyor, hem satıyordu.
Bir ara “Babacığım bizim rakı nerde kaldı” dedim usulca. İnanılmaz bir tebessümle “Pişiyor delikanlım” dedi. Ardından ilk ders başladı. “Burnuna değil, ağzına içeceksin, beynine değil, karnına içeceksin, karnına yudumlayacaksın ama beynini de gereğinden fazla yormayacaksın. Yormamak için aheste aheste yudumlayacak, hem de kararında kalıp dozunu aşmayacaksın. Rakıyı iyi tanımayan rezil, yeterince tanıyan ise vezir olur. Ancak, rezil olmamak için ne kadar özen gösteriyorsan, kendini vezir sanacak kadar da beynini yormayacaksın” diyerek ilk dersi tamamladı.
Dersi tamamladıktan sonra yavaşça yerinden kalkıp içki tevzi tezgâhının arkasına geçti. Kalaylı bir kap içinde buzlar üzerinde duran tek kadehlerden birini alıp, “puff puff” diye üfledi. Kadeh bir anda buğulandı. Ardından buz kovasında yatan Yeni Rakı şişesini alıp kadehi doldurdu. Ağır ağır yürüyerek masaya getirip, “Afiyet olsun evladım” diyerek önüme koydu.
Bu kez mutfağa yöneldi, küçük tabaklar içine birkaç meze hazırlayıp getirdi. Ardında “Haydi yolun açık olsun delikanlı, bu yol uzun bir yoldur, kadehin hiç boş kalmasın, masan bir ömür boyu hep dostlarla dolsun” dedi ve dışarı çıkıp üstü hasır kaplı taburesine oturdu. Hem mezelerden çatalucu alıyor, hem de azar azar rakıyı yudumluyordum.
Yarım saat kadar sonra kadeh boşaldı. Kalkıp yanına giderek, “Bir tek daha rica edebilir miyim?” dedim kendisine. Göz göze geldik. “Aferin, dikkatli yudumluyorsun, bir tek daha değil ama yarım teki hak ettin” dedi vakur bir tavırla. Yarım tek rakıyı “Yarasın” diyerek önüme koydu. Göz ucuyla da beni gözlemeye başladı. Kadehte küçük bir cura (yudumcuk) kaldığı zaman kalkıp mutfağa gitti.
Bir süre sonra elinde bir tabakla masama gelerek “Sana güzel bir levrek buğulama hazırladım, bakalım beğenecek misin?” diyerek tabağı usulca masaya bıraktı. “Afiyet olsun” diyerek dışarıya çıkıp tekrar taburesine oturdu. Yemeğimi bitirdikten sonra biraz dinlendim. Bir ara hesabı isteyecek oldum. “Olmaz delikanlı, bu bizim ikramımız, bir dahaki sefere hesap ödersin, bugün bizim misafirimizsin” dedi gülümseyerek. “Olmaz” diye söze başladığım an, “Oldu, oldu bile, hem de nasıl oldu bilemezsin, haydi uğurlar olsun, seni sevdim yine gel olur mu?” diyerek uğurladı beni. Kapıdan ayrılırken adını sordum, teşekkür ederek ayrıldım meyhaneden. İkinci gidişimde güzel bir hediye götürdüm kendisine.
Tayyar Baba’nın diğer meyhanecilerden farkı yoktu. Eli açık, gönlü bol, gözü tok bir insandı. Her meyhaneci gibi “Önce insan, önce dost” derdi. Bu nedenle de “Para insanın elinin kiridir, yıkarsın gider, işin içine para girdiği zaman gönül dostlarına ulaşabilmek, dostlarla kaynaşabilmek imkânsızdır” derdi.
Günümüzde özellikle de varoşlarda hizmet veren esnaf meyhanelerinde bu tarz işletme anlayışı hâkimdir. Ki bu meyhanelerin hepsi atmosferleriyle eski dönemlerdeki geleneksel meyhanelerimizi andırırlar. Günün koşullarına göre değişime ve gelişime uğramış olmalarına rağmen buram buram otantik meyhane kokar hemen hepsi.
Eski dönemlerdeki meyhane işletmecileri böylesine hoşgörülü ve sevecen olmamış olsalardı asla meyhane işletemezlerdi. Hele geçen yüzyıl, hele hele ondan önceki yüzyıllarda, çünkü su yok, buz yok, soğutucu yok. Yoklarla yaratılmış bunca hizmet. Örneğin, 50’li yıllarda soğutucu almak her babayiğidin harcı değildi. Buz ise buzcu dükkânlarından temin ediliyordu. Her biri 40-50 kilo ağırlığındaki buz kalıplarının taşıması ayrı bir dert, kırması ayrı bir dertti.
Böylesine imkânsızlıklar içinde insanda zengin hoşgörü olmadan, engin sabır hasleti olmadan meyhane işletebilir miydi hiç? Suyu mahallenin çeşmesinden sakalar getirecek, musluklara dolduracaksınız. Yüzlerce tabağı bardağı taşıma suyuyla pırıl pırıl yıkayıp tekrar servise hazırlayacaksınız. Böylesine eziyetlere, böylesine zorluklara katlanabilmek için insanın ağırlığının on katı ağırlığında hoşgörüyle dolu bir yüreğe sahip olması gerekir. Ayrıca bu yürek insan sevgisiyle atmamış olsa insan bu kadar cendereye girer mi hiç, katlanır mı böylesine zorluklara üç-beş kuruş para uğruna?
Geleneksel meyhanelerimizin hemen hepsi dostlar yuvası, meyhanecilerin çoğu da gariban babasıydı. Gencine de yaşlısına da aynı duygularla yaklaşırlar, aynı hoşgörüyle onlara ulaşmaya çalışırlardı. Sözün kısası geleneksel meyhane gerçeği tamamen insan felsefesine, insan sevgisine dayanan bir zaman diliminin gerçeğiydi ve bir zaman diliminde kaldılar. Onların yerini de klâsik meyhanelerimiz aldı.
En içten saygılarımla…