Bir mertebe: Yıldız Tilbe olmak…
okuma süresi 3 dakikaO yaz tatilinde, dikdörtgen bir masanın karşılıklı sandalyelerinde dudaklarımız kararmıştı çekirdekten. Çay bahçesinin en ışıklı yerinde (kafamızın üstünde çirkin beyaz bir floresan vardı) çocukların doğal alanı oluvermiş televizyonun civarında oturan birkaç çocuktuk. Yıl uzak, mevsim yaz, memleket Malatya.
Büyük ailelerde erken doğumların yanısıra, geç doğumlar ve çapraz akrabalıklar hasıl olur. Senden küçük amcan, yaşıtın teyzen, ablan yaşında annen, baban yaşında deden gibi gerçeklerle yaşarsın. Benimki de öyle biraz; benden iki yaş büyük teyzemle düşe kalka büyüdük. Yıllarca bu “arkadaşlık” hukuku hiç bozulmadı, sonra oğlu olunca mesafe açıldı. O artık “anne”ydi çünkü. Ben de uzaktaki yeğen.
O yaz, Yıldız Tilbe diye birinin adını duymaya başlamıştık. Misafir olarak ailece kaldığımız dayımın evinde televizyon yoktu ve biz iki çocuk, akşamları dışarı çıkmamışsak radyo başına çörekleniyorduk. Şansımıza, o şahane şarkı habire çalıyordu. O çaldıkça teyzem eşlik ediyordu. O eşlik ettikçe benim içime keder doluyordu, o yaşta neyin kederiyse artık.
Dayım, civardaki esnafla başını hoş tutmuş, küçük mahallede kendini sevdirmişti. Teras katında olan ve bana niyeyse olduğundan çok daha yüksek görünen evi, karşı komşunun televizyonunu görüyordu. Miyop bana henüz bela bulaştırmamıştı ve gözümle de çok övünüyordum. Kartal gibiydim adeta, çok uzaklardaki karaltıları bile seçebilirdim. Çay bahçesine gitmediğimiz akşamlardan birinde, karşıdaki televizyonun bir yanan bir sönen ışıklarına bakarak hayale dalmıştım. Ve bir anda onu görmüştüm. O sesin sahibini. Yıldız Tilbe’yi. Teyzemin günlerdir sesini benzetmeye çalıştığı kadın, basbayağı bize benziyordu. Esmer, kara, zayıf. “Delikanlım”ı söyleyen bu kadın mıydı?
Birkaç gün sonra, hep beraber şehrin ortasındaki o çay bahçesine gittik. Çocuklar doğal yerlerini alıp, televizyonun civarına çöreklendikten sonra kendi dünyasına daldı. Daldık yani; ben ve teyzem de. Sonra bizimki gibi bir ikili gördük. Belli ki onlar da akrabaydı. Oğlanla teyzemin yaşı, benle kızın yaşı birbirine yakındı. Adeta “hadi arkadaş olun” fotoğrafının içindeydik. Olduk da. Teyzemle eleman şimdi anımsamadığım bir oyunun içine daldılar, daha uzaktaki kalabalıkta. Biz de masanın iki yanında baş başa kaldık. Yüz yüze dönmeye çekinen, ayakları doğru düzgün yere bile ulaşmayan iki çocuk. Kafamızın üstündeki televizyondan aynı ses gelmeye başladı. “Kalbim duraksız haykırışlarda/ Ne yapsam ayrılamam senden asla”.
Dünya şimdi daha yavaş dönüyordu. Dünya, ilk defa daha yavaş dönüyordu. Yıl uzak, mevsim yaz, memleket Malatya.
Nice sonra hiç konuşmadığımızı, önümüzde yığılı duran çekirdeklerden yiyip yiyip durduğumuzu fark ettik. İki satır bir şeyler söyleyip, o anı böyle bırakmak konusunda anlaşmışız gibi, sakince büyüklerimizin yanına gittik. Aydınlıktan uzaklaştığımız her adımda, o kadının sesi de azalıyordu. Ama sanki saatlerdir hep o çalıyordu çay bahçesinde. Okey taşlarının, suyun taşa değmesinin, bir araba freninin, küçük çocuk ağlamasının, seken bir topun, bağrışan iki büyük insanın ve dünyanın uğultusunun yanında o ses. “Hafife alma aşk vurur insana/ Bu kadar kolay sanma delikanlım”.
Nice sonra, Yıldız Tilbe’nin bir mertebe olduğunu düşünmeye başladım. Bizi feraha çıkaran, bizi her daim rahatlatan, bize soluk aldıran bir mertebe. Alametifarikası da saç boyası.
İyi ki doğdun Yıldız Tilbe. İyi ki doğdun Yıldız’ımız.