Çirkin Kral yaşıyor!

okuma süresi 7 dakika
Yılmaz Güney Türk sineması içinde en önemli isimlerden biri. Hayat hikayesi bir trajedi kahramanınınkiyle boy ölçüşecek nitelikte Güney’in.

Yılmaz Güney Türk sineması içinde en önemli isimlerden biri. Hayat hikayesi bir trajedi kahramanınınkiyle boy ölçüşecek nitelikte Güney’in. Asıl adı Yılmaz Pütün, doğum tarihi ise tartışmalı. Genellikle 1937’de doğduğu kabul edilir, çünkü nüfus cüzdanında böyle yazmaktadır. Ama Agah Özgüç, Güney’in asıl doğum tarihinin 1931 olduğunu ileri sürüyor. Güney, Kürt bir ailenin çocuğu. Babası annesini terk ettikten sonra annesiyle birlikte Adana’da büyüyor. Çocukluğu yoksulluk içinde çalışarak geçiyor fakat okumayı başarıyor. 1956’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazanıyor ve İstanbul’a geliyor. Okulun yanı sıra Dar Film’de de çalışmaya başlıyor ve burada Atıf Yılmaz’la tanışıyor. Atıf Yılmaz’a hemen senaryo çalışmalarında yardım etmeye başlıyor ve yine Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları” ile oyunculuğa başlıyor. Atıf Yılmaz’ın asistanlığını da yapıyor Güney. Fakat birkaç yıl geçmeden komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hapse atılıyor. Güney’in, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adındaki öyküsünden dolayı hapse atılması ve ardından sürgüne gönderilmesi, Türk adaleti için sıradan ama hiç kuşkusuz yüzkarası bir durumdur. Güney hapiste “Boynu Bükük Öldüler” adlı romanını yazıyor.

Umut: Neo-realist bir üslup

1963’te hapisten çıktıktan sonra Güney bilinçli bir tercihle, star olmaya karar veriyor. Ve kendisine “Çirkin Kral” lakabını kazandıran birçok filmde oynuyor ve bu filmlerin senaryolarını yazıyor. “Çirkin Kral”lık bir anlamda, Yeşilçam’da egemen olan kentsoylu jön tipine de bir başkaldırıdır. Güney daha Anadolulu, ezilen ve ama sonunda başkaldırıp isyan eden bir kahraman tipi yaratıyor. Güney filmlerin senaryolarını yazıyor derken, aslında bunların tam gelişkin senaryolar olduğunu söylemek abartılı olur. 1965’te, o yıl çekilen 215 filmin 21’inde oynayarak bir rekor kırıyor. “At Avrat Silah” ile 1966’da ilk kez yönetmenliğe geçiyor. Aynı yıl Lütfi Ö. Akad’ın “Hudutların Kanunu” filminin senaryosunu Akad’la birlikte yazıyor ve filmin başrolünde oynuyor. Bu film, doğunun yoksulluk sorununa eğilen, eşkıyalığa sosyo-ekonomik bir çerçeveden bakışıyla Güney’in ilerde yapacaklarının da habercisi oluyor. Bir yıl sonra Güney bu kez Akad’ın “Kızılırmak Karakoyun” adlı filminde oynuyor. Bu film de çöken feodal yapı ve gelişen kapitalist ilişkileri ele alışıyla benzer bir şekilde Güney’in gelecekte yapacağı filmlerin habercisi oluyor. 1968’de ise Güney’in yönetmen olarak ilk parladığı film olan “Seyyit Han-Toprağın Gelini” geliyor. 1970 ise tam bir dönüm yılı, sadece Güney için değil Türk sineması için de… “Umut” bu yıl çekiliyor. Güney ilk kez “Çirkin Kral”lıkla hiç alakası olmayan, tam bir garibanın, yoksul arabacı Cabbar’ın acıklı öyküsünü neo-realist bir üslupla filme aktarıyor. “Umut” hem ulusal hem de uluslararası yarışmalarda ödüller kazanıyor ve bugün de sinemamızın en iyi filmleri arasında sayılıyor.

Hapishane günleri…

1971 çok verimli bir yıl oluyor Güney için. Bu yıl içinde “Acı”, “Ağıt“ ve “Umutsuzlar” gibi üçü de ödüller kazanan filmleri yönetiyor. Bu filmler doğru dürüst bir senaryo olmadan çekilmiş ama yine de “Ağıt” Adana Film Festivali’nde “en iyi senaryo” ödülünü kazanmıştır. “Baba” da aynı yıl içinde çektiği güçlü bir filmdir. “Acı” ve “Ağıt” yasadışı hayatla çelişen eski/yeni haydutların hayatını konu alırken, “Umutsuzlar”la Güney bir anlamda “Çirkin Kral” dönemiyle vedalaşır. Artık bireysel başkaldırı dönemini sona erdirmek istemektedir. Güney bu dönemde sol örgütlerle de yakın ilişkiye geçmeye başlamıştır ve 1972’de bu kez “yardım ve yataklık” suçundan yeniden hapse atılır. Neyse ki 1974 affı Güney’i yeniden özgürlüğüne kavuşturur. 1974’te “Arkadaş”la doğrudan politik mesajlar içeren ilk filmini yapar. Film yine birçok ödül alır. Fakat Güney’in özgürlüğü çok kısa sürecektir. Bu kez Yumurtalık hakimini öldürmekten hapse girecektir.

Devlet sansürü işbaşında…

Güney’in hapislerle ayrılan üçüncü sinemacılık dönemi de bu sırada başlar. Yazdığı senaryoları başkaları yönetecek, o ise hapishaneden verdiği talimatlarla onları yönlendirecektir. Böyle bir başka örnek dünyada var mıdır bilmiyorum. “Zavallılar” ve “Endişe” Güney’in yeniden hapse girmesiyle yarım kaldılar. “Zavallılar”ı Atıf Yılmaz tamamladı. “Endişe” ise Şerif Gören’in imzasını taşıyor. Bu filmleri “İzin” ve “Bir Gün Mutlaka” izledi fakat bu filmler pek başarılı olmadı. O dönemde Güney filmleri hem devlet tarafından hem sağcı siviller tarafından engellenmekteydi. Devlet sansürü iş başındayken, sivil faşistler ise sinemaları kundaklayarak, tehdit ederek Güney filmlerinin gösterimini engellemekteydiler. 1978’de “Sürü” ile Güney sineması, Zeki Ökten’in yönetiminde en büyük başarılarından birini yakaladı. Bir Kürt aşiretinin çözülüşünü anlatan film sayısız ödül aldı. 1979 tarihli, yine Zeki Ökten yönetimindeki “Düşman” aynı derecede başarılı olamadıysa da, önemli bir filmdi.

Kaçış ve Fransa günleri…

1981’de Şerif Gören’in çektiği “Yol” ise bugün hala sinemamızın uluslararası alanda en başarılı filmidir. Beş mahkumun bayram izinlerinde yaşadıklarını anlatan film 1982 Cannes Film Festivali’nde, Costa Gavras’ın “Missing” (Kayıp) filmiyle birlikte en iyi film seçildi. Yılmaz Güney hapisten kaçmayı başararak, filmin kurgusunu Fransa’da kendisi gerçekleştirmişti. Güney, Cannes’daki ödül töreninde de hazır bulundu.

Güney, hapisten kaçtıktan sonra Fransa’da sürgünde yaşarken son bir film daha çekti. “Duvar” (Le Mur), kendi sözcükleriyle Güney’in içindeki zehiri akıttığı bir filmdi. Hapishanelerde çektiği ve gözlemlediği acıları, sert bir dille filme aktarmıştı.

Etkisi ülke sınırlarını aştı…

Yılmaz Güney’in hem kendi dönemi, hem de günümüz sineması üzerindeki etkisi ülke sınırlarının çok ötesinde oldu. Elia Kazan, Emir Kusturica, Fernado Solanas gibi büyük yönetmenler onu çağının en önemli sinemacıları arasında görüyordu. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu, Güney’den etkilenerek sinemaya başladı ve Güney’in “Zavallılar”la başlayıp, “Yol”da mükemmelleştirdiği “kesişen hayatlar” tarzı, episodik anlatımlı filmlerini kendi sinemasına uyarladı. Peki neden kesişen hayatlar türünde filmler yaptı Güney? Her şeyin her şeyle, herkesin herkesle bir bağ içinde olduğunu göstermeye ve panoramik bir tablo çizmeye imkan veriyordu böyle bir yapı, onun için herhalde. Dünyada 2000’lerde bu tarzın yaygınlaşması ise muhtemelen internetle, globalizmle ve belki de biraz alakasız da olsa new-age tarzı “kelebek etkisi” teorilerinin popülerleşmesiyle ilgili olsa gerek.

Bazı filmleri 12 Eylül’de yok edildi…

Güney’in yazar, yönetmen, oyuncu veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla yer aldığı filmlerin sayısı 111 gibi devasa bir rakama ulaşıyor. Bu filmlerin bazıları 12 Eylül’de yok edildi. Yılmaz Güney’in sinemasına sahip çıkmak için bugün hala yapılması gereken çok şey var.

Bir yönetmenin büyük yönetmen olması için kusursuz filmlerle dolu bir kariyeri olması gerekmiyor. Güney, en önemli olan konuları inatla ve sürekli sinemasına taşıdı. Yoksulluğu, adaletsizliği, çaresizliği anlattı. Ekmek olmayınca, ahlak, demokrasi, insan hakları ve özgürlükten söz edilemeyeceğini gösterdi. Sinemasıyla en temel insan hakları için yani adaletli bir dünyada, sömürülmeden, ezilmeden bir yaşam sürebilmek için mücadele verdi. Filmleriyle sınıf farklarına, eşitsizliğe karşı isyan etti. Sınıfsız bir toplumu düşledi, böyle bir toplumun gerçekleştirilebileceğine inandı. Filmlerinin en kötüleri bile has bir sinemacının elinden çıktığını gösteren sahneler içeriyordu. En iyileri ise seyircisini derinden yakalıyor ve sarsıyordu. Güney’in en kötü filmini, hayata dair söyleyecek anlamlı hiçbir sözü olmayan Tarantino gibilerinin en iyi filmlerine yeğlerim çünkü Güney hayata sesleniyor, aslolanın dünyayı değiştirmek olduğunu biliyordu. Mücadelesi onu efsaneleştirdi ama asıl yaşatan sinemacı kimliği oldu. Sineması Meksika’dan ABD’ye ve tabii ki Türkiye’ye dünya sinemacılarını etkilemeye devam ediyor.

BirGün gazetesinden alınmıştır.

About The Author

Copyright © All rights reserved. | Newsphere by AF themes.