Enerjinin dönüşümü kanunu ve rakı
okuma süresi 5 dakikaÜzerimde yırtık esvap, ayağımda patlak pabuç, / oy, oy / Bir cebimde rakı var, bir cebimde de havuç… / of, of / Boşveririm dünyaya, sokaklarda yatarım, / Bazı anafor yapıp da, dalgama da bakarım.
Öztürk Serengil – Sadri Alışık 1964 – Avare / Dalgamıza Bakalım
Adalet kelimesinin ilk beş harfinin “adale” olması bir tesadüf olabilir mi? Batı’da muktedirler orta sınıfları “bütün musibetlerin ülkelerindeki ve dünyadaki fakirlerini suçu” olduğuna ikna etmeye çalışırlar. Bizde ise ortam o kadar başıboş ki bu kadarına bile gerek görmüyorlar. Muhalefet arzın merkezine seyahatte olduğu için muktedirler fakirmiş gibi davranıyor. Hepsinin gözünde tomurcuk yaşlar öbürünü suçluyor.
Olup biten sizde de yalnızlık hissi uyandırıyor mu? Onlar ve öbürlerinin paylaştığı bu hayatta biz “bunlar”a seyretmek kalsın istiyorlar. Yok öyle yağma.
Bu topraklardaki insanların hayatının büyük oranda para biriktirmek ve beklemek üzerine kurulu olması bence enteresan bir çalışma konusudur. Hemen “parası mı var milletin biriktirsin” diye girişmeyin lafa. Azıcık parası olan ne yapar? Önce biriktirir, sonra da ev alır. Bakınız harcama araştırmalarına, kültür ürünleri tüketimine vesaire. Büyük oranda güvensizlik kaynaklı basit bir nedeni var elbette bunun. (Bakınız ilk paragraf.)
Bu ülkede yaşayan birisi “Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça” ile “Tombul tombul memeler” türküleri arasında gidip gelen birisidir çünkü. Hani, tutarsızlık ahmaklık kesin ama Allah için vatandaşı olmasak süper eğlenceli bir yer burası.
Gjarokaster derler bir ehlikeyif diyarı vardır, Arnavutluk’un Yunanistan sınırına yakın. Tepeye konuşlanmış bir fötr şapka gibidir, Mardin’i hatırlatır. Şapkanın eteklerinde sanayi mahallesi filan vardır. Şapkanın tepesinde de halk oturur. Küçük tavernalar, küçük dükkânlar, küçük oteller, her şey küçük küçüktür. Ve güzeldir. Biz burada bir küçük kaza geçirdik ve otomobil tamircisi bulmamız gerekti. Pazar günüydü, hava güzeldi ve genişçe bir civardaki bütün dükkânlar denize, mesireye gitmişti. Zaten civara böyle bir güzel rehavet çökmüş, hayat yavaşlamıştı. Tek bir yer, bir kaportacı açıktı, üstü başı yağ içinde belli ki çok çalışıyordu.
Tam isabet. Türkiyeliydi.
Tabii ki para biriktiriyordu. Gayet iyi kazanıyor olmasına rağmen bir benzin istasyonunun üstünde bir odacık kiralamış, berbat bir yerde yaşıyordu. Ailesinde bakmak zorunda olduğu birileri filan yoktu üstelik. Çok çok iyi kalpli bir insandı ve bizi görünce gözleri parlamıştı. Genellikle yurt dışındaki Türkiyelilerde olduğu gibi yıllardır bulunduğu yerin dilini pek öğrenmemişti. Oradaki herkes alçaktı ve onun kötülüğünü istiyordu.
Ve başbakan gibi “bunlar” diye bahsediyordu oradaki halktan.
Hatırladığım ilk yetişkin günlerimden beri rakı içerim. Her ehlikeyif gibi alkoliklerden, içip de gevşeyenlerden nefret ederim. Sağ olsun bize kalmamız için civardaki muhtemelen tek alkoliğin işlettiği saçma sapan bir otel buldu. Çalıştığı sanayi mahallesinden hayatın sürdüğü merkeze zorunlu haller dışında hiç çıkmamıştı. Sürekli uyardı bizi. Oranın yerlisinin ne kadar iğrenç insanlardan oluştuğunu anlattı. Büyük bir iyi niyetle yaptı bütün bunları.
Her şeyi yanlış anlamıştı.
Hemen aklıma Almanya’da göçmenler için gönüllü çalışan arkadaşım geldi. Türkiyeli göçmenlere yardım ederken para vermiyorlar, bazı süpermarketlerde kullanabilecekleri kuponlar veriyorlardı. “Ne kadar aşağılayıcı bir şey yetişkin insanlara para yerine kupon vermek” demiştim ben. Arkadaşım gülüp şöyle demişti: “Çok haklısın. Ama para verince her gün 3 öğün çorba içip, para biriktiriyorlar sonra o parayla deri mont filan alıyorlar. Böyle hiç değilse mutfağa harcamak zorunda kalıyorlar.” Buyurun bakalım.
Orada geçirdiğimiz 3 gün boyunca neredeyse bütün Gjarokaster ile ahbap olmuştuk, hatta rakı stoklarımızı onlarla tüketmiştik. Akşamlarımızı meyhanede (onlar taverna diyordu) geçiriyorduk. Müdavimlerin pek çoğuyla tek ortak kelimemiz yoktu konuşurken. Ama sarılarak ayrılıyorduk. Pek çok kez hesabımızı -zorla ödediler.
Velhasılıkelam bunları oradaki kaportacı arkadaşımıza anlatamadık. Yani biz anlatabildik de o “hadi canım sen de” şeklinde bir yüz ifadesiyle dinledi bizi. Naif buldu görüşlerimizi. “Ah yaşayan bilir” bakışlarıyla küçümsedi fikirlerimizi.
Ne fena bir durum. Birçok insan semt değiştirmeye korkarken sen kalk Arnavutluk’ta bir cennet kasaba bul kendine yerleşmek için. Orada işyeri aç, kendini kabul ettir, düzenini kur, para kazan. Harikulade bir hayata başlamak için bütün her şeyi becer ama yaşamayı unut. Her işini koşturarak yap. Paranoyak ol, herkes senin kötülüğünü istiyor san. Allah kimseyi kalabalıklarda yalnız bırakmasın. Değer mi oysa?
Ne güzel demiş Oktay Rifat: “…bir yudum rakı iki öpüş arasında / ve bu zeytin aşkın ortasında.”
Ben bu kadar güzel söyleyemem tabii. Ama güzelce tarif edebilirim: İster kadere inanın, ister Ferhat Göçer’e, dilerseniz benim gibi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne, fark etmez. Hayat bizim en fazla vaktimizi alan şey. Koştur koştur nereye kadar?
Ceza kanununa filan muhalefet edilebilir. Ama enerjinin dönüşümü kanunu muhalefet kabul etmez. Koşarsan çabuk ulaşırsın. Ama yolu göremezsin. Kan ter içinde kalırsın, ulaşınca tadını çıkaramazsın.
Hedef zaten belliyse yola odaklansana güzel kardeşim.
Dur bir soluklan. Aşka, şiire bak biraz. Ayaklarını uzat, rakı iç.